ARABİSTAN.
İslâmiyetten önce Araplar koyu bir cehalet içinde idiler, okuma-yazma bilenler yok denecek kadar azdı. İnsan haklarına riayet yoktu. Güçlü olanlar zayıfları eziyordu. Haklarının bir çoğundan mahrum olan kadın, sanki bir eşya gibi alınıp satılıyordu. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömerek öldürmek adet haline gelmişti ve yürekler acısı bu duruma kimse dur demiyordu.
Tek Allah inancı unutulmuş, insanlar kendi elleriyle yaptıkları putlara tapıyorlardı. Kabe'nin içinde 360'dan fazla put vardı. Halbuki Kabe, Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail tarafından Allah'a ibadet için yapılmıştı. Ayrıca her evde de bir put bulunur, aile fertleri ona tapardı, içki, kumar ve her türlü ahlâksızlık toplumu sarmış, insaf ve merhamet duyguları kalplerden silinmişti. Dünyanın diğer ülkelerinde yaşayan insanların durumu ise daha kötü idi.
Karanlıklar içinde kalan, insanlığı bu korkunç durumdan kurtaracak, insanlara dünyada ve ahirette mutlu olmanın yollarını gösterecek olan son Peygamberin gelmesine büyük ihtiyaç vardı.
HZ. MUHAMMED (s.a.s.)'İN NESEBİ (SOYU)
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in babası Abdullahtır. Abdullah'ın babası, Kureyş kabilesinin Haşimoğulları kolundan ve Mekke'nin ileri gelenlerinden Abdülmuttalib'tir. Annesi, Kureyş kabilesinin Zühre oğulları kolundan Vehb'in kızı Âmine'dir.
Hem baba hem de ana tarafından temiz ye şerefli bir aileye mensup olan Hz. Muhammed'in soyu Hz. İbrahim'e dayanır.
HZ. MUHAMMED (s.a.s)'İN DOĞUMU
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.), 571 yılı Nisan'ın 20'sine rastlayan Rebiu'levvel ayının 12. pazartesi gecesi tan yeri ağarırken Mekke'de dünyaya geldi.
O'nun doğduğu sabah dünya nurla doldu. Babası Abdullah O'nun doğumundan iki ay kadar önce öldüğünden biricik oğlunu göremedi.
Hz. Âmine böyle nur topu gibi bir çocuk dünyaya getirince, dedesi Abdülmuttalip büyük bir ziyafet vererek sevgili torununa Muhammed adını koydu.
- Torununa ne ad koydun? diye soranlara:
- Muhammed, adını koydum, dedi. Onlar:
- Ataların arasında böyle bir ad yoktu. Bu adı koymaktan maksadın nedir? deyince,
Abdülmuttalip:
Umarım ki O'nu gökte Hak, yerde halk övecektir, diye cevap verdi.
Peygamberimizin doğduğu gece dünyada olağanüstü bir çok olaylar meydana geldi. O gece İran'da Hükümdar (Kisra) sarayının ondört sütunu yıkılmış, Sava gölü kurumuş, bin yıldan beri yanan mecusiler (ateşe tapanlar)'in tapındıkları ateşler birdenbire sönmüştü. Bu olaylar, gelecekte İran saltanatının yıkılacağına,00 Bizans İmparatorluğunun çökeceğine ve putperestliğin ortadan kalkacağına işaret ediyordu. Gerçekten de öyle oldu.
HZ. MUHAMMED (s.a.s.)'İN ÇOCUKLUĞU
Mekke ileri gelenlerinin bir âdeti vardı. Yeni doğan çocuklarını Mekke civarında yaşayan kabilelerdeki sütannelere verip baktırırlardı. Çünkü, Mekke'nin havası ağır ve sıcak olduğundan çocuklara iyi gelmezdi.
Peygamberimizi Hz. Amine üç gün, Süveybe hatun da iki gün emzirdi. Daha sonra Hz. Muhammed (s.a.s.) Sa'd kabilesinden Halime adında bir sütanneye verildi. Halime O'nu öz evladından çok sever, esen rüzgardan bile sakınırdı. Halimenin küçük kızı ve Hz. Muhammed'in süt kardeşi olan Şeyma da O'nu çok sever, daima onunla beraber oynardı. Bu yetim çocuk aileye büyük uğur getirdi. Halime'nin kocası bir gün şöyle demişti:
"Halime, bu çocuğun ayagı bize çok uğurlu geldi. O, evimize ayak bastığı günden beri hayvanlarımızın sütü, sütümüzün yağı çoğaldı. Evimize bereket doldu. Elimiz genişledi. Ben bu çocukta bir başkalık seziyorum."
Hz. Muhammed (s.a.s.) bu ailenin yanında beş yıl kaldıktan sonra Mekke'de ailesinin yanına getirildi.
Hazreti Muhammed (s.a.s.)'nin annesi Amine'nin Medine'de akrabaları vardı. Hem onları görmek hem de oğluna babasının mezarını ziyaret ettirmek maksadıyla Amine çocuğu ile beraber Medine'ye gitti. Medine'de bir ay kaldılar. Peygamberimizin babası Abdullah'ın mezarını ziyaret ettiler. Hazreti Amine çocuğu ve yanında hizmetçisi Ümmü Eymen ile birlikte Mekke'ye dönmek üzere yola çıktı. Akşam üzeri Ebva köyüne ulaştılar ve geceyi burada geçirdiler.
Hz. Âmine burada hastalandı. Yanıbaşına oturttuğu biricik yavrusunu şefkatle öptü. Hasretle bağrına basarak okşadı. Öleceğini ve oğlundan ayrılacağını hisseden anne bir daha dünya gözüyle göremeyeceği oğlunun yüzüne bakarak şunları söyledi.
"Her yeni eskiyecek ve her şey yok olacaktır. Bende öleceğim. Fakat gam yemem. Çünkü temiz bir çocuk doğurdum. Dünyaya büyük, hayırlı bir varlık bırakıyorum."
Bu sözlerden sonra Âmine gözlerini hayata yumdu. O sırada Hz. Muhammed (s.a.s.) altı yaşında idi. Ümmü Eymen çocuğu alarak Mekke'ye döndü.
Baba ve anneden öksüz kalan Hz. Muhammed'i dedesi Abdulmuttalib yanına aldı. Peygamberimiz iki sene onun yanında kaldı. Abdulmuttalib'in ölümü yaklaşınca torununu Peygamberimizin amcası Ebû Talib'e teslim ederek O'na çok iyi bakmasını vasiyet etti. Peygamberimiz o zaman sekiz yaşına gelmişti. Ebû Talib ve eşi Fatma Hanım çocuğu iyi baktılar. O'nu öz çocukları gibi sevdiler.
HZ. MUHAMMED (s.a.s.)'İN SEYAHATLERİ
Amcası Ebû Talib ticaretle uğraşırdı. Bir seferinde Hz. Muhammed'i beraberinde götürdü. Şam yakınında Busra kasabasına uğradılar. Orada Bahira adında bir papaz ile karşılaştılar.
Bahira, Tevrat ve İncil'de adı ve sıfatları yazılı olan son Peygamberin alametlerini bu çocukta gördü. Bunun üzerine O'nu Mekke'ye geri götürmesini; çünkü Yahudiler tarafından çocuğa bir kötülük gelebileceğini Ebû Talib'e söyledi. Ebû Talib, Bahira'nın bu tavsiyesine uyarak Şam'a gitmekten vazgeçti ve alışverişini burada tamamlayarak geri döndü.
Hz. Muhammed (s.a.s.) 17 yaşında iken de amcası Zübeyr ile birlikte Yemen'e gidip gelmişti.
HZ. MUHAMMED (s.a.s.)'İN TİCARET HAYATI
Kureyş'in ileri gelenlerinden dul ve zengin Hatice adında bir kadın, bazı kimselere sermaye verip ticaret ortaklığı yapıyordu. Hatice, Hz. Muhammed'e sermaye vererek O'nu bir ticaret kervanı ile Suriye'ye yolladı.
Hz. Muhammed (s.a.s.) ticaret hayâtında da doğruluk ve dürüstlüğü sayesinde üstün başarı sağladı. Bu sebepledir ki, düzenlediği her ticaret kervanından, beklendiğinden daha çok kârla döndü. Hatice, Hz. Muhammed (s.a.s.)'le yaptığı ticaret ortaklığından çok memnun kaldı.
HZ. MUHAMMED (s.a.s.)'İN HZ. HATİCE İLE EVLENMESİ VE ÇOCUKLARI
Şam seferinden döndükten sonra Peygamberimiz, Kureyş kabilesinin bu asaletli ve zengin kadını Hatice ile evlendi. Hz. Muhammed o zaman yirmibeş yaşında idi, Hatice ise kırk yaşına gelmişti. Mutlu bir aile yuvası kuruldu.
Hz. Muhammed'in üçü erkek, dördü kız olmak üzere yedi çocuğu dünyaya gelmiştir. Bunlardan altısı Hz. Hatice'den, biri Mariye'den doğmuştur. Erkek evlatları Kasım, Abdullah ve İbrahim'dir. Kız çocukları Zeynep, Rukiye, Ümmügülsüm ve Fatıma'dır. Kasım ile Abdullah Peygamberlik gelmeden önce küçük yaşta Mekke'de öldüler. İbrahim ise Hicretten sonra Medine'de doğdu ve küçük yaşta orada vefat etti. Kızlarının hepsi büyüdü ve evlendiler. Hz. Fatıma'dan başka üç kızı Peygamberimizden önce vefat etti. Peygamberimizin nesli Hz. Ali ile evlenen Hz. Fatıma ile devam etmiştir.
HZ. MUHAMMED (s.a.s.)'İN KABE'NİN ONARIMI ESNASINDAKİ HAKEMLİĞİ
Bazı yerleri selden yıkılan Kabe'yi Mekkeliler tamir etmeye başladılar. Duvarlar yükselip sıra "Hacerü'l-Esved" adı verilen kutsal siyah taşı, Kabe duvarındaki yerine koymaya gelince, her kabile bu şerefi kazanmak için adeta birbirleriyle yarışa koyuldular. Hatta bu yüzden aralarında anlaşmazlık ve kavga çıktı. Sonunda gerçekten güvenilir ve doğru bir kişi olduğuna inandıkları Hz. Muhammed'i hakem yapmaya ve O'nun vereceği hükme razı olmaya karar verdiler.
Hz. Muhammed "Hacer'ül-Esved"i bir yaygı üzerine koydu. Yaygının uçlarından kabile başkanlarına tutturdu. Hep birlikte taşı yukarı kaldırdılar. Hz. Muhammed taşı mübarek elleriyle duvardaki yerine koydu. O'nun bu uzlaştırıcı davranışı herkesi memnun etti. Böylece büyük bir anlaşmazlık ortadan kalkmış oldu. Bu olayın meydana geldiği sırada Hz. Muhammed otuzbeş yaşında idi.
Hz. Muhammed (s.a.s.) Peygamberliğinden önce de son derece doğru ve güvenilir bir kişiliğe sahipti. Bu özelliğinden dolayı halk arasında kendisine "Muhammedü'l-Emin" yani "Güvenilir Muhammed" deniliyordu. Herkesin sevgi ve saygısını kazanmıştı. Temiz ve örnek yaşayışı ile toplumda bir yıldız gibi parlıyordu. Yüce Allah, onu en iyi bir şekilde terbiye etti. Ahlak ve faziletle donattı. Çünkü insanlığın kurtuluşu için O'nu peygamber olarak görevlendirecekti.
İLK VAHİY (M. 610)
Hz. Muhammed (s.a.s.) 40 yaşına geldiği zaman kendisinde bazı değişiklikler görülmeye başladı. Yanına azığını alıp Mekke yakınında Hira dağındaki mağaraya çekilir, burada yalnız başına günlerce kalır, kâinatı yaratan Allah'ın büyüklüğünü düşünürdü. Rüyada ne görürse gördükleri aynen çıkıyor. Kimsenin göremediği ve bilemediği bir çok gerçekleri apaçık görüyordu. Bu durum altı ay kadar devam etti. Yüce Allah böylece O'nu terbiye ederek Peygamberliğe hazırlıyordu.
Hz. Muhammed (s.a.s.) Milâdi 610 yılının Ramazan ayında bir pazartesi gecesi yine Hira dağındaki mağaraya çekilmiş, bütün varlığı ile Allah'a yönelmişti. Bu sırada Cebrail (s.a.s.) kendisine göründü ve:
- Oku, dedi.
Hz. Muhammed (s.a.s.):
- Ben okuma bilmem, dedi.
Cebrail ikinci defa "Oku" dedi Hz. Muhammed (s.a.s.) yine "Ben okuma bilmem" dedi.
Cebrail (s.a.s.) üçüncü defa "Oku" deyince, Hz. Muhammed "Ne okuyayım" diye sordu. O zaman Cebrail (s.a.s.) Kur'an-ı Kerim'de Alâk sûresinin başında yer alan şu anlamdaki ayetleri bildirdi:
"Yaratan Rabbının adıyla oku,
O, insanı kan pıhtısından yarattı,
Oku, Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir.
Kalemle yazmayı öğreten O'dur. İnsana bitmediğini O öğretti."
Böylece Hz. Muhammed (s.a.s.)'e ilk vahiy gelmiş, Kur'an ayetleri inmeye başlamıştı. Bundan sonra Melek kayboldu. Okunan ayetler Peygamberimizin kalbine yazılmış, gibi kendisi de bunları okumaya başladı.
İlk vahyin ağırlığı, aldığı vazifenin büyüklüğü ve duyduğu sorumluluk duygusunun tesiriyle eve döndü. Başından geçenleri Hz. Hatice'ye anlattı. Hz. Hatice O'nu teselli ederek şöyle dedi:
"Müjdeler olsun! Sebat et. Hayatımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki sen bu ümmetin Peygamberi olacaksın, Yüce Allah seni asla bırakmaz. Çünkü sen akrabalık haklarına riayet edersin, sözünde doğrusun, güçlüklere dayanırsın, misafirleri ağırlarsın, felakete uğrayanların yardımına koşarsın. Böyle olan kulunu Allah yalnız bırakmaz."
FETRET DEVRİ
Alâk sûresinin ilk beş ayeti indikten sonra vahy bir müddet kesildi. Cebrail (s.a.s.) görünmez oldu. Aradan geçen bu müddet, Hz. Muhammed'in vahyi karşılamaya iyice hazırlanması içindi. Nitekim Peygamberimiz İlâhi vahyin tekrar gelmesini bütün gönlü ile istemiş ve onu kabule hazır duruma gelmişti.
Bunun üzerine Cebrail (s.a.s.) O'na göründü ve Müddessir sûresinin ilk ayetlerini getirdi. Bu ayetlerin anlamı şöyledir:
"Ey örtüsüne bürünen (Muhammed), Kalk da uyar, Rabbini yücelt, Giydiklerini temiz tut, Kötü şeyleri terke devam et."
Bundan sonra vahyin gelişi aralıksız devam etmiş ve Kur'an-ı Kerim 23 senede tamamlanmıştır.
Yukarıda belirtildiği üzere ilk vahiyden sonra geçici bir müddet vahyin kesildiği bu döneme "Vahyin Fetreti Dönemi" denir.
İSLÂM'A DAVETİN BAŞLAMASI
Vahyin gelmesi ile Peygamberlikle görevlendirilen Hz. Muhammed (s.a.s.) Peygamberliğini önce güvendiği kişilere söylüyor ve onları İslâm'a davet ediyordu. İlk müslümanlar ibadetlerini gizli yapıyorlardı. Bu durum üç yıl kadar devam etti. Bu arada Müslümanlığı kabul edenlerin sayısı da otuzu geçti.
İLK MÜSLÜMANLAR
Peygamberimize önce sadık eşi Hz. Hatice, ondan sonra çocuklardan Hz. Ali, köle iken hürriyetine kavuşmuş olan Zeyd b.Harise ve büyüklerden Hz. Ebu Bekir iman ederek müslüman oldular.
HABEŞİSTAN'A YAPILAN İLK HİCRET
Müşriklerin Müslümanlara yaptıkları eziyet her geçen gün artıyordu. Müslümanlar ibadetlerini serbestçe yapamıyor, açıktan Kur'an okuyamıyorlardı. Bu sebeple Hz.Peygamber, müslümanların daha emin bir yer olan Habeşistan'a hicret (göç) etmelerine, izin verdi.
Onbir erkek ve dört kadından oluşan ilk kafile, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in, Peygamberliğinin beşinci yılında Mekke'den gizlice çıkarak Kızıldeniz yoluyla Habeşistan'a gitti. İçlerinde Hz. Osman ve eşi Peygamberimizin kızı Rukiye de vardı. Orada çok iyi karşılanan müslümanlar, güvenli ve huzurlu bir hayata kavuştular.
İlk giden kafilenin iyi karşılandığını duyan müslümanlardan 80 kişilik ikinci bir grup daha bir yıl sonra oraya hicret ettiler. Bunların başında Hz. Ali'nin kardeşi Cafer-i Tayyar bulunuyordu.
HABEŞİSTAN KRALI NECAŞİ'NİN MÜSLÜMANLARA KARŞI TUTUMU
Mekkeli Müşrikler, Müslümanların Habeşistan'da huzura kavuşmasından rahatsız oldular. Onları geri çevirmek için Habeş Kralı Necaşi'ye bir çok hediyelerle birlikte iki elçi gönderdiler. Elçiler müslümanları kendilerine teslim edip geri göndermesini Necaşi'den istediler. Hristiyan olan Necaşi, müslümanları çağırarak İslâmiyet hakkında bilgi aldı. Her iki tarafı dinledikten sonra Müslümanları haklı buldu ve elçiler eli boş olarak geri dönüp Mekke'ye geldiler.
Bundan sonra Necaşi müslümanları eskisinden daha çok himaye etmeye başladı. Müslümanlarla Habeşistan'ın yerli halkı çok iyi geçindiler.
İSLÂM'A DAVETİN AÇIKTAN YAPILMASI
Peygamber Efendimiz, İslâm'a daveti üç yıl gizlice yaptıktan sonra şu anlamdaki ayetlerin nazil olmasıyla halkı açıktan İslâm dini'ne çağırma dönemi başladı:
"Sen, en yakın akrabalarını uyar, mü'minlerden sana uyanlara rahmet ve hidayet kanatlarını indir. Şayet sana âsi olup karşı dururlarsa, Onlara: -Ben sizin işlediklerinizden tamamen uzağım, de." (Şuarâ Suresi, 214-216)
"Şimdi sen ne ile emrolunuyorsan apaçık bildir. Müşriklerden yüz çevir." (Hicr Suresi, 94)
Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.), önce yakınlarını evinde toplayıp bir ziyafet verdi. Allah'tan aldığı emirleri tebliğ ederek onları İslâm dinine davet etti. Amcası Ebû Leheb Peygamberimize karşı çıkarak toplananları dağıttı.
Bundan bir müddet sonra Peygamberimiz davetini genişletmek amacıyla Safa tepesine çıktı. Buradan bütün Mekke halkına seslendi. Onun sesini duyanlar etrafında toplandılar.
Peygamberimiz (s.a.s.) orada toplananlara:
- Size şu tepenin arkasında bir düşman ordusunun bulunduğunu haber versem bana inanır mısınız? diye sordu.
Hepsi birden:
- Evet inanırız. Çünkü senin yalan söylediğini hiç duymadık, dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz onlara şöyle dedi:
- "Öyleyse biliniz ki Allah beni Peygamber olarak seçti. Bana melek aracılığıyla kendi kelâmını gönderdi. İnsanları Hak din olan İslâm'a davet etmemi emretti. Allah birdir. O'ndan başka Tanrı yoktur. Ben de size ve bütün insanlara gönderilen O'nun Peygamberiyim."
Orada bulunan Ebû Leheb ayağa kalkarak Peygamberimize karşı kırıcı sözler söyledi. Bunun üzerine toplantıya katılanlar dağıldılar. Böylece bu toplantıdan da bir sonuç elde edilemedi.
MÜŞRİKLERİN MÜSLÜMANLARA YAPTIKLARI ZULÜMLER
Müslüman olanları dinden çevirmek, İslâm nurunu söndürmek için müşrikler, müslümanlara eziyet ediyor, çeşitli zulüm ve işkencelerde bulunuyorlardı.
İslâm'ın en büyük düşmanlarından Ümeyye b. Halef Bilâl-i Habeşi'yi kızgın kumlara yatırıp göğsüne de taşları yığarak saatlerce güneşin altında tuttuktan sonra:
- Eğer müslümanlıktan vazgeçmezsen seni böyle öldüreceğim, diyor, bundan sonuç alamayınca Bilâl'ın boynuna ip takarak Mekke'nin bir tarafından öbür tarafına sürüklüyordu. Bu vahşice işkenceler altında ezilmesine rağmen Hz. Bilâl, "Allah birdir, Allah birdir" diye haykırıyordu. Nihayet Hz. Ebû Bekir, Bilâl'ı satın alarak hürriyetine kavuşturdu ve zalim Ümeyye'nin elinden kurtardı.
İlk müslümanlardan Ammar bin Yasir, kızgın kumlara yatırılarak bayılıncaya kadar dövülmüş, anası Sümeyye, Ebû Cehil tarafından mızrak darbesiyle kanlar içinde yere serilerek öldürülmüş, babası Yasir de müşriklerin işkenceleri ile can vermişti. Yasir ile eşi Sümeyye Hatun ilk İslâm şehitleri unvanını almışlardır.
Yine Habbab bin Eret, yanmakta olan kıpkırmızı kömürlerin üzerine yatırılarak, Ebû Fukayha ise ayağına bağlanan iple kızgın kumların üzerinde sürüklenerek inançlarından dolayı dayanılmaz eziyetler çekiyorlardı. Bunlardan başka daha bir çok müslüman, müşriklerin zulmüne uğramıştı. Buna rağmen gerçek iman sahipleri işkencelerden yılmadılar, İslâm'dan dönmediler,
Hz. Ebû Bekir'in İslâm'a büyük hizmetlerinden biri de; müslümanlığı kabul ettiği için zulme uğrayan bir çok köle ve cariyeyi satın alarak kurtarmış olmasıdır.
HZ. MUHAMMED (s.a.s.)'E EN ÇOK DÜŞMANLIK YAPANLAR
Müşrikler, gerek Peygamberimize gerekse müslümanlara eziyet etmekten geri durmuyorlardı.
Peygamberimize en çok düşmanlık yapanlar şunlardır:
1- Ebû Leheb: Peygamberimizin öz amcası olmasına rağmen İslâm'ın en büyük düşmanı idi. Daha ilk günden itibaren Peygamberimize karşı çıkmıştı. Karısı da Peygamberimizin geçeceği yollara her fırsatta diken koyardı. Tebbet sûresi bu ikisi hakkında inmiştir. Ebû Leheb, Bedir savaşında müslümanların zafer kazandığını öğrenince kahrından ölmüştür.
Ebû Leheb'in oğlu Uteybe bir defasında Peygamberimize hücum etmiş, yakasından tutarak gömleğini yırtmıştı. Peygamberimiz onun bu hareketinden son derece üzülmüş ve: "Ya Rab. Uteybenin üzerine canavarlarından birini musallat et" diye dua etmişti. Allah Sevgili Peygamberinin duasını kabul etti. Uteybe Şam'a giderken yolda bir arslan çıkıp onu parçaladı. Böylece Peygambere yaptığı hakaretin cezasını bulmuş oldu.
2- Ebû Cehil: Peygamberimize en çok düşmanlık edenlerin başında gelir. Müslümanlara çok eziyet etmiş. Ammar b. Yâsir'in annesini inancından dolayı öldürmüştür. O da, Bedir savaşında öldürülerek cezasını bulmuştur.
3 - As b. Vail: Peygamberimize düşmanlıkta ileri giden bu adam, Peygamberimizin oğlu Kasım öldüğü zaman, "Muhammed'in soyu kesildi" diyerek alay etmiş, evlat acısıyla yüreği yanan Peygamberimizi çok üzmüştü.
Kevser süresindeki, "Asıl soyu kesilen, ismi unutulan, sana kin ve düşmanlık eden kimsedir" ayeti bunun hakkında nazil olmuştur. As b. Vail, Mekke civarında bir dağ geçidinden geçerken bindiği hayvan onu yere düşürerek bacağını ısırmış ve bu yaradan ölmüştür.
4-Velid b.Muğire,
5-Ümeyye İbni Halef,
6- Utbe b. Rebia da Paygamberimize düşmanlık yapanların başında gelenlerdendir.
KUREYŞİN İSLÂM'A DÜŞMAN OLMASININ SEBEPLERİ
1- İslâm dini sınıf farklarını ortadan kaldırıyor, insanların bir tarağın dişleri gibi eşit olduğunu, köle ile efendinin Allah katında bir olduğunu ilan ediyordu. Kureyş'in ileri gelenleri, bu eşitliği kabul etmemiş, mevkilerinin ellerinden gideceğinden korktukları için İslâm'a düşman olmuşlardı.
2- Arapların ticaret merkezi Mekke idi. Mekke'de bulunan Kabe'nin içinde 360 kadar put vardı. Arapları oraya çeken şeyin putlar olduğunu, İslâmiyet putları kaldırınca Mekke'ye kimsenin gelmeyeceğini, dolayısıyla geçimlerini sağladıkları ticaretin ortadan kalkacağını sanıyorlardı.
3- Arabistan'da yüzyıllardan beri putlara tapma kökleşmişti. İyi ile kötüyü birbirinden ayırdetmekte güçlük çeken ilkel milletler, atalarından gördükleri şeylerden kolayca vazgeçmezler, yeniliklere düşman olurlar. İşte İslâm dini arapların alışageldikleri puta tapmayı ortadan kaldırıyor, tek Allah inancını getiriyordu.
4- Araplarda millete başkan olabilmek için liyakat, fazilet, yetenek gibi nitelikler aranmazdı. Sadece iki şart aranırdı. Bunlardan biri zenginlik, diğeri de çok evlat sahibi olmaktı.
Hz. Muhammed'de bunlar yoktu. Öyleyse onu kendimize önder kabul edemeyiz diyorlardı. Ayrıca Haşimiler ile Emeviler arasında eskiden beri devam eden kabile reisliği rekabeti vardı. Hz. Muhammed (s.a.s.), Kureyş'in Haşimi kolundan olduğu için kendisine düşmanlık edenlerin çoğu Emevilerdendi.
MÜŞRİKLERİN EBÛ TALİB'E BAŞVURMALARI
Amcası Ebû Talib, Peygamberimizi çok severdi. İslâm'ın yayılmasında yeğenine daima yardımcı oluyor ve O'nu himaye ediyordu. Müşriklerin ileri gelenleri Ebû Talib'e başvurarak, "Ya yeğenini İslâm davasından vazgeçir, ya da himaye etmekten vazgeç" dediler ve onu tehdit ettiler.
Ebû Talib, durumu yeğeni Hz. Muhammed (s.a.s.)'e anlatınca O, şöyle cevap verdi: "Ben Allah tarafından Hak dini tebliğ etmekle görevliyim. Ben kendiliğimden bir şey yapmıyorum. Ben Allah elçisiyim. Ey amcacığım, bu işten vazgeçmem için güneşi sağ elime, ayı sol elime verseler yine de bu vazifeyi bırakmam."
Ebû Talib, bu cevabı dinleyince, "Sen işine bak oğlum, ben sağ oldukça onlar sana birşey yapamazlar" diyerek Peygamberimizi korumaya devam edeceğine dair teminat verdi.
HZ. HAMZA'NIN MÜSLÜMAN OLMASI
Peygamberimiz (s.a.s.) bütün güçlüklere rağmen vazifesine devam ediyor, müslümanların sayısı da günden güne artıyordu.
Peygamberliğinin altıncı yılında idi. Birgün Safa tepesinde otururken oradan geçmekte olan Ebû Cehil, Peygamberimize küfretti. Onun bu terbiyesiz davranışına Peygamberimiz cevap vermedi. Bu üzücü olayı gören bir kadın, bu durumu Peygamberimizin amcası Hamza'ya anlattı. Hamza henüz müslüman olmamıştı. Fakat kardeşinin oğluna yapılan bu hakarete çok kızdı. Derhal Kureyş müşriklerinin toplandığı yere giderek Ebû Cehil'e hitaben:
- Benim kardeşimin oğluna sövüp onu inciten sen misin? dedi ve yayını Ebû Cehil'in başına vurdu.
Bu olaydan sonra Hz. Hamza, müslümanlığı kabul ederek Peygamberimizin yanında yer aldı.
HZ. ÖMER'İN MÜSLÜMAN OLMASI
Hz. Hamza'nın müslüman oluşu ve müslümanların günden güne kuvvetlenmesi Kureyş müşriklerini telaşa düşürdü. Bu duruma bir çare bulmak için "Daru'n-Nedve" denilen yerde toplandılar. Durumu gözden geçirdikten sonra Ebû Cehil'in teklifi üzerine Hz. Muhammed'i öldürmeye karar verdiler. Bu korkunç kararı uygulamak üzere içlerinde en cesur olan Ömer'i görevlendirdiler. O zaman 33 yaşında olan Ömer, kılıcını kuşandı, ve Hz. Muhammed'i öldürmek üzere yola çıktı.
Müslümanlar, Erkam'ın evinde toplanmışlardı. Peygamberimiz de orada idi. Ömer yolda Nuaym'a rastladı. Nuaym, "Nereye ya Ömer?" diye sordu. Ömer:
- Milleti birbirine düşüren Muhammed'in vücudunu ortadan kaldırmaya gidiyorum, cevabını verdi. Nuaym Ömer'e:
- Zor bir işe kalkıştın, deyince Ömer:
- Sen de mi Muhammed'den yana oluyorsun? diye çıkıştı. Nuaym:
- Ya Ömer, sen beni bırak, kendi ailene bak, Enişten Said ile kızkardeşin Fatma müslüman oldular, deyince Ömer:
- Önce onların işini bitireyim, diye yolunu değiştirip kızkardeşinin kapısını çaldı. O sırada kızkardeşi ile eniştesi, Peygamberimize yeni nazil olan "TâHâ" Suresindeki ayetleri okuyorlardı. Ömer'in silahlı geldiğini görünce korkup Kur'an sayfalarını sakladılar.
Ömer içeri girince, ne okuduklarını sordu. Onlar da "Bir şey yok" dediler. Ömer'in öfkesi daha da arttı "Demek işittiklerim doğru imiş" diyerek eniştesini yakasından tutup yere çarptı ve döğmeye başladı. Kocasını kurtarmak isteyen kızkardeşi Fatma'nın yüzüne de bir tokat attı. Zavallı kadın ağzından burnundan kanlar akarak yere serildi. Fatma, imanının verdiği cesaretle Ömer'e şu sözleri söyledi:
-Allah'tan kork. Bir kadına yaptıklarına bak. Ben ve eşim müslüman olduk. Başımızı kessen bundan dönmeyiz.
Ömer:
- Okuduğunuz şeyi bana getirin, dedi. Kızkardeşi çıkarıp verdi. Ömer, dikkatle okumaya, okudukça kalbi yumuşamaya başladı. Kur'an-ı Kerim'in eşsiz ahengi, manasındaki yükseklik, okunuşundaki tatlılık ve güzellik Ömer'in kalbini fethetti. Artık Ömer'in kalbi İslâm'a açıktı. Hz. Peygamberin yanına gitti. Önünde diz çöktü ve Kelime-i Şehadet getirerek müslüman oldu. Orada bulunanlar buna çok sevindiler. Hep birlikte Kelime-i Şehadet getirdiler.
Ömer'in İslâm'a girmesiyle müslümanlık kuvvetlendi. Ömer:
- Yâranımız kaç kişidir? diye sordu.
- Seninle beraber kırk kişi, dediler.
Ömer'in isteği üzerine, önde Peygamberimiz, olduğu halde müslümanların hepsi doğru Kabe'ye gittiler. Orada toplu olarak ve açıkta namaz kıldılar. Öte yandan müşrikler, Peygamberi öldürmeye gönderdikleri Ömer'in müslüman olduğunu öğrenince şaşkına döndüler.
Peygamberimizi öldürmek için yola çıkan Ömer'in, merhametsiz ve taştan daha katı kalbini kızkardeşinin evinde okuduğu Kur'an ayetleri yumuşatmış karanlık gönlünü nurla doldurmuş. Peygambere olan düşmanlık duygularını dostluğa çevirmiştir.
MÜŞRİKLERİN MÜSLÜMANLARI BOYKOTU
Hz. Hamza ve Hz. Ömer'in Müslüman olmaları ve İslâmın günden güne yayılması müşrikleri iyice korkuttu. Bunun üzerine toplanıp müslümanlara karşı şu boykot kararlarını aldılar:
"Bundan sonra müslümanlarla ve onları himaye edenlerle, Muhammed'in akrabası olan Haşimoğulları ile her türlü alakayı kesecekler, Onlarla hiç kimse görüşmeyecek, alışveriş etmeyecek, kız alıp-vermeyecektir."
Müşriklerden Mansur b. İkrime bu anlaşmayı yazdı ve Birlikte Kabe'nin duvarına astılar.
Boykot kararı üç sene devam etti; Bu süre içinde müslümanlar çok sıkıntı çektiler. Müşrikler, müslümanların toplu olarak sığındığı mahalleye yiyecek, içecek sokmamak için ellerinden geleni yaptılar. Müslümanlar, İslâm uğruna her türlü sıkıntıya, açlığa ve susuzluğa katlandılar. Ağaç yaprakları yiyerek yaşamak zorunda kaldılar. Açlıktan feryad eden çocukların durumu ise yürekler acısı idi.
Bu insanlık dışı davranışlarla da müşrikler bir sonuç alamadı, İslâm nurunun yayılmasını engelleyemediler. Bu arada bir güve Kabe'nin duvarına asılan anlaşma metnini yiyerek "Allah" adından başka diğer yazıların tamamını yoketmişti. Ayrıca Mansur İbn İkrime'nin anlaşmayı yazdığı eli kurumuş ve çolak kalmıştı. O zaman "Besmele" yerine "Bismikellahümme" kullanılırdı.
Sonunda Müşriklerden bir kaç kişi insafa gelerek zalim anlaşmayı indirip yırttılar. Böylece boykot kalkmış ve müslümanlar da büyük bir sıkıntıdan kurtulmuş oldular. Müslümanlara uygulanan boykot Peygamberliğin yedinci yılından onuncu yılına kadar üç yıl devam etti.
EBÛ TALİB VE HZ. HATİCE'NİN VEFATLARI
Boykotun kalkması ile Peygamberimiz ve müslümanlar biraz rahat nefes aldılar. Fakat aradan çok geçmeden Peygamberimizin amcası Ebû Talib, bir kaç gün sonra da hanımı Hz. Hatice vefat ettiler.
Ebû Talib, Peygamberimizi öz evladı gibi sever ve korurdu. Hz. Hatice ise peygamberimize ilk inanan, en sıkıntılı zamanlarda O'nu teselli eden, yardımcı olan sadık ve vefakâr bir eş idi. Peygamberimiz, kendisine daima destek olan bu iki değerli varlığı kaybetmekten büyük üzüntü duydu. Bu sebepten bu yıla, üzüntülü yıl anlamına gelen "Hüzün yılı" denilmiştir.
Ebû Talib ve Hz. Hatice'nin ölümünden sonra müşrikler, Peygamberimize eziyeti artırdılar. Bir gün sokaktan geçerken alçağın biri Peygamberimizin başına toprak atmış, Peygamberimiz o haliyle evine gitmişti. Kızı Hz. Fatıma babasını böyle görünce içi sızlamış ve üzerine atılan toprakları temizlerken ağlamıştı. Kızının ağladığını gören Peygamberimiz (s.a.s.) "Ağlama yavrum, Yüce Allah Babanı koruyacaktır" diyerek Allah'a olan güvenini dile getirmişti.
TAİF YOLCULUĞU
Ebû Talib'le Hz. Hatice'nin vefatından sonra müşriklerin Peygamberimize eziyeti artırmaları üzerine Peygamberimiz Taif halkını İslâm'a davet etmek için ilk müslümanlardan Zeyd İbni Harise'yi yanına alarak Taife gitti. Taifliler İslâm'ı kabul etmedikleri gibi Peygamberimizin oradan çıkıp gitmesini istediler. Bununla da kalmayıp Peygamberimizi taşa tuttular. Atılan taşlardan ayakları yaralandı, kan içinde kaldı. Yürüyemeyecek hale geldi. Zeyd ise vücudunu Peygamberimize siper ederek atılan taşlardan korumaya çalışıyordu.
Yol kenarında bir bağa sığınan Peygamberimiz burada biraz dinlendikten sonra üzüntü içinde Mekke'ye döndü. Peygamberimiz hayatının en büyük eziyeti ile bu yolculuk sırasında karşılaşmıştır. Ama bu olanlardan ümitsizliğe düşmedi. Asla yılmadı. Vazifesine devam etti.
AKABE BİATLARI
Peygamber Efendimiz yıllarca Mekke halkını İslâm'a davet etmiş, ancak Mekkelilerin inatçı tutumu yüzünden büyük zorluklarla karşılaşmıştı. Ne varki, onların bu tutumu İslâm Peygamberini vazifesinden alıkoyacak değildi, İslâm'ın nuru insanlığı aydınlatmaya devam edecekti. Bunun için Yüce Allah yeni bir ufuk açtı. İslâm'ın yayılması için daha elverişli bir çevre hazırladı. Bu çevre Medine idi.
Peygamberliğinin onbirinci yılı Hac mevsiminde Hz. Muhammed (s.a.s.) Mekke dışına çıktı. Medine'den gelen altı kişilik bir toplulukla karşılaştı. Onlara Peygamber olduğunu söyledi. Kur'an okudu. Allah'ın emirlerini anlattı. Onları Müslüman olmaya davet etti.
Medineliler iyi düşünceli insanlardı. Peygamberimizin söylediklerinin akla uygun ve doğru olduğuna kanaat getirerek müslüman oldular. Medine'ye dönünce orada İslâm'ın yayılmasına çalıştılar.
I. Akabe Biatı: (Peygamberliğin 12. yılı)
Ertesi yıl Mekke'ye gelen Medinelilerden 12 kişilik bir grup, Mekke yakınında Akabe denilen yerde Peygamberimizle görüştü. Reisleri Esad b. Zürare idi. Aralarında bir yıl önce Müslüman olmuş beş kişi de vardı. Bunlar, "Allah'a şirk koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, yalan ve iftiradan sakınmak, Peygambere karşı gelmemek" hususunda Peygamberimize biat ettiler, söz verdiler. Buna I. Akabe Biati denir.
Medineliler kendilerine İslâmiyeti öğretecek bir kimse istediler. Peygamberimiz de bu görevi yürütmek üzere Mus'ab'ı gönderdi. Mu'sab, Medine'de İslâm'ın öğretilmesi ve yayılmasında büyük hizmetler gördü.
II. Akabe Biati: (Peygamberliğin 13. yılı)
Bu yıl Medine'deki müslümanlardan 75 kişilik bir grup Mekke'ye geldi. Bunların ikisi kadındı. Akabe denilen yerde Peygamberimizle görüştükten sonra ikinci Akabe Biati gerçekleşti. Buna göre, Medineliler; kadınlarını, kızlarını nasıl koruyorlarsa Peygamberimizi de öyle koruyacaklarına söz verdiler. Hepsi ellerini peygamberimize uzatarak biat ettiler.
Bundan sonra Peygamberimiz aralarından 12 kişiyi temsilci seçmelerini istedi. Onlar da 12 kişiyi temsilci olarak seçtiler. Hepsi de Hz. Peygambere: "Darlık ve genişlik zamanında, her hal ve durumda itaate, sözün daima doğrusunu söylemeye ve Allah yolunda herhangi bir şeyden korkmamaya" söz verdiler.
Akabe biatları İslâm'ın yayılmasında önemli bir dönüm noktası oldu.
MÎ'RÂC MUCİZESİ
Mi'rac sözlükte; Yükseğe çıkmak, İsra da; Geceleyin yürümek demektir. Peygamber Efendimiz hicretten bir buçuk yıl önce Recep ayının 27. gecesi Mekke'deki Mescid-i Haramdan Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya götürülmüş, oradan da göklere yükselmiş, Melekût alemini seyretmiştir.
Allah'ın sonsuz kudretinin bir eseri ve Peygamberimizin en büyük mucizelerinden biri olan Mi'rac hadisesine müşrikler inanmadılar. Çünkü onlar, yüce Allah'ın büyüklüğünü, kudretinin genişliğini anlamaktan acizdiler. Onlar, sınırlı bir düşünce ve batıl bir inanca sahip olduklarından Mi'raç mucizesini kavrayacak seviyede değildiler.
Müminler hiç tereddüt etmeden Mi'racı kabul ettiler ve inandılar. Hz. Ebû Bekir'e Mi'rac olayı anlatıldığı zaman O; "Bunu Muhammed söylüyorsa doğudur" dedi ve Peygamberimizi tasdik etti. Bundan sonra kendisine "Tasdik edici" manasına gelen "Sıddık" unvanı verildi.
Mİ'RAC HEDİYESİ NAMAZ
Herhangi bir seyahatten dönen kimse yakınlarına hediyeler getirdiği gibi, Peygamberimiz de mukaddes Mi'rac yolculuğundan önemli müjdeler ve hediyelerle dönmüştür.
Mi'rac gecesi Peygamberimiz (s.a.s.) yükseldiği yüce makamda Allah'a kavuşmuş, arada hiç bir vasıta olmadan İlâhi Vahye (hitaba) mazhar olmuştur. Bu makamda kendisine üç şey verilmiştir:
1- Bakara sûresinin son iki ayeti, (Âmenerresûlü)
2- Ümmetinden Allah'a şirk koşmayanların cennete gireceği müjdesi.
3- Mi'rac hediyesi olarak beş vakit namaz.
İslâm'ın şartlarından biri ve dinin direği olan namaz, Mi'rac gecesinde farz olmuştur.
PEYGAMBERİMİZİN MEKKE'DEN MEDİNE'YE HİCRETİ (M. 622)
İslâm tarihinde Peygamberimizin Mekke'den Medine'ye göç etmesine "Hicret" denir.
Müşriklerin baskı ve zulümlerinin devam etmesi üzerine Peygamberimiz, müslümanların Mekke'den Medine'ye hicret etmelerine izin verdi. Müslümanlar gruplar halinde Medine'ye göç etmeye başladılar. Din uğrunda, doğup büyüdükleri yurtlarını, mal ve mülklerini bıraktılar. Medine'de yanan ümit ışığına koştular.
Mekke'de Peygamberimizle birlikte Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali ve bir kaç müslümandan başka kimse kalmamıştı. Peygamberimiz bütün güçlüklere rağmen görevini yapmış, Peygamberliğinin 13 yılını Mekke'de tamamlamış bulunuyordu.
Müşrikler, Medine'lilerin müslüman olması ve Mekke'deki müslümanların da Medine'ye göç etmesiyle kuvvetli bir İslâm topluluğunun oluşmasından korktular. İslâmiyeti kökünden yoketmek için "Dâru'n-Nedve" denilen yerde gizlice toplandılar. Ebû Cehil'in teklifi üzerine Peygamberimizi öldürmeye karar verdiler. Bu korkunç kararı uygulamak üzere her kabileden birer genç seçtiler. Seçilen bu silahlı gençler, Peygamberimizin evini kuşattılar ve dışarı çıkmasını beklemeye başladılar.
Müşriklerin gizlice aldığı bu ölüm kararı, Allah tarafından Cebrail aracılığıyla Peygamberimize bildirildi ve hicret etmesine izin verildi. Peygamberimiz, kendi yatağına Hz. Ali'yi yatırarak, evini saran müşriklerin arasından çıktı ve Hz. Ebû Bekir'in evine gitti. Allah, Peygamberini korudu. Eli silahlı müşrikler onu göremediler.
Yol hazırlıkları yapıldıktan sonra, Peygamberimiz Hz. Ebû Bekir'le birlikte, geceleyin Mekke'ye bir buçuk saat mesafede olan Sevr dağına gittiler ve orada bir mağarada gizlendiler. Sabah olunca Peygamberimizin evden çıktığı anlaşıldı. Bunun üzerine Müşrikler her tarafı aramaya başladılar. Muhammed'i kim bulursa ona yüz deve mükâfat verileceğini va'dettiler.
Peygamberimizi arayanlar yoldaki izleri takip ederek mağaranın önüne kadar geldiler. Mağaranın girişine bir örümceğin ağ germiş olduğunu gördüler. Mağaranın içine girip aramak istediler ise de içlerinden biri; "içeriye insan girseydi, burada örümceğin ağı ve güvercinin yuvası olmazdı" deyince dönüp gittiler.
Müşrikler mağaranın önüne geldikleri sırada Hz. Ebû Bekir endişelenerek;
- Bizi görecekler Ya Resûlellah, dedi. Peygamber Efendimiz:
- Üzülme, Allah bizimle beraberdir, diye karşılık verdi.
Mağaranın ağzına örümceklerin ağ germesi, orada biten bir ağacın dallarına güvercinlerin yuva yaparak yumurta bırakması birer mucizedir. Yüce Allah, sevgili Peygamberini bu mucizelerle korumuş, mağaranın ağzına kadar gelen düşmanları gizli bir kuvvet geri çevirmiştir.
Peygamberimiz ve Hz. Ebû Bekir mağarada üç gün kaldıktan sonra Medine'ye gitmek üzere yola çıktılar. Onları takip etmekte olan Süraka adında bir pehlivan izlerini buldu. Bütün gücüyle atını üzerlerine sürdü. Onlara iyice yaklaştı. Tam bu sırada atının ayakları sürçtü. Kendisi de yere yuvarlandı. Yeniden toparlanarak var kuvvetiyle atını tekrar ileri sürdü. Fakat bu defa atının ayaklan dizlerine kadar kuma battı. Olduğu yerde çakılıp kaldı. Gizli bir kuvvet atını geri çekiyordu. Süraka bu durumu görünce korktu. Yaptığına pişman oldu. Peygamberimizden af diledi ,ve geri döndü. Arkadan gelenlere de: "Ben buraları aradım kimse yoktur" diyerek onları geri çevirdi. Süraka daha sonra müslüman olmuştur.
Sevgili Peygamberimiz bir hafta süren tarihi yolculuğunu tamamlayarak bir pazartesi günü Medine yakınındaki Kûba köyüne ulaştı. Burada büyük bir sevgi ile karşılandı.
Peygamberimiz burada on günden fazla kaldı. Kûba Mescidini yaptırdı. Mescid yapılırken mübarek elleriyle taş taşıdı. Bir işçi gibi çalıştı.
İslâm tarihinde yapılan ilk mescid budur. Peygamberimizden üç gün sonra Mekke'den ayrılan Hz. Ali'de burada Peygamberimize yetişti.
PEYGAMBERİMİZİN MEDİNE'DE KARŞILANMASI
Beraberindeki müslümanlarla birlikte Peygamber Efendimiz bir cuma günü Kûba'dan Medine'ye hareket etti. Salimoğulları yurduna geldikleri zaman öğle vakti olmuştu. Peygamberimiz Cum'a namazının farz kılındığını müslümanlara bildirdi. Orada ilk Cum'a namazını kıldılar. Peygamberimiz namazdan sonra Medine'ye doğru yoluna devam etti.
Medineliler bir bayram sevinci içinde bu şerefli misafiri karşılamak için yolun iki tarafına sıralanmışlardı. Peygamberimiz geçerken "Buyurun Ya Resûlellah" diyorlar, mini mini yavrular da "Allah elçisi geldi" diye sevinç çığlıkları atıyorlardı.
Medine'de büyük bir sevgi ile karşılanan Peygamberimiz, Halid b. Zeyd, yani Ebû Eyyüb Ensari Hazretlerinin evinde misafir oldu ve burada yedi ay kadar kaldı.
MESCİD-İ NEBEVİ'NİN İNŞASI
Ebû Eyyüb Ensari'nin evinin yanında boş bir arsa vardı. Peygamber Efendimiz bu arsayı satın alarak üzerinde bir mescid ve etrafında da kendisinin oturması için odalar yaptırdı. Sonra da misafir olarak kaldığı evden buraya taşındı.
Bugün, müslümanlar tarafından ziyaret edilen Medine'deki "Mescid-i Nebevi" işte burasıdır. Bu mescid yapılırken de Peygamberimiz sırtında kerpiç taşımış ve bizzat çalışmıştır.
ENSAR VE MUHACİRLER ARASINDAKİ KARDEŞLİK
Mekke'den göç ederek Medine'ye gelen müslümanlara "Muhacir"; Medine'nin yerli halkına da, muhacirlere yardım ettiklerinden dolayı "Ensar" denildi.
Mallarını, mülklerini bırakarak gelen Muhacirlere, Medineliler her türlü yardım yaptılar. Onları bağırlarına bastılar, evlerinde barındırdılar, ekmeklerini onlarla paylaştılar.
Dünya tarihinde, birbirini böylesine candan seven, birbirine bu kadar içten bağlanan başka bir topluluk gösterilemez. Bütün Dünya'ya örnek olan bu olay, İslâm kardeşliğinin en güzel eseridir.
Peygamberimiz, Muhacirlerden her birini, Ensar'dan biri ile kardeş yaptı. Bu kardeşlik kan kardeşliğinden daha kuvvetli idi.
İslâm tarihinde her zaman saygı ile anılan Ensar ve Muhacirler, dinimize büyük hizmetlerde bulunmuşlardır.
PEYGAMBER MEKTEBİ VE ASHAB-I SUFFA
Mescid-i Nebevi'nin bir tarafında üstü kapalı olarak yapılan yere "Suffa ", burada barınanlara da "Ashab-ı Suffa " denilmiştir.
Burada, barınacak evi bulunmayan fakirler ve kimsesizler kalırdı. Bu kişiler iş buldukları zaman çalışır, geçimlerini sağlarlardı, iş bulamayınca da Peygamberimiz ve Ashabın zenginleri tarafından ihtiyaçları karşılanırdı. Bu gruptan evlenenler ayrı bir eve taşınır, yeni bir yuva kurardı.
Burada bulunanlar, her zaman Peygamberimizle birlikte olur, O'nun ilminden faydalanırlardı. Günlerini ibadet ve ilim öğrenmekle geçirirlerdi. İslâm'da ilk eğitim ve öğretim kurumu, Suffa okulu, ders gören Ashabın öğretmeni de Hz. Peygamber (s.a.s.)'dir. Peygamberimizden en çok hadis rivayet eden Ebû Hureyre bu okuldan yetişmiştir.
Suffa okulundan yetişenler içinde; İslâm dinini, Kur'an-ı Kerim'i ve hadisi şerifleri çok iyi kavrayan, açıklayan büyük alimler bulunmakta idi. Başka yerlere İslâmiyeti anlatmak için görevlendirilenler bunlardan seçilirdi.
Bu sebeple, Suffa adını taşıyan bu yer, İslâm tarihinde ilk defa kurulan okuldur. Bu okuldan yetişenler İslâmiyetin yayılmasında ve dinin öğretilmesinde önemli görevler yapmışlardır.
BEDİR SAVAŞININ SEBEPLERİ
Peygamberimiz, Muhacirler ile Medine'ye yerleştikten sonra da, Mekkeli Müşrikler düşmanlıklarından vazgeçmediler. Medine yakınlarına kadar gelip Müslümanların otlamakta olan develerini alıp götürdüler. Müşrikler Abdullah İbni Übeyy'e haber göndererek, Muhammed'i öldürmesini veya Medine'den çıkarmasını istediler. Eğer bunu yapmazsa Medine'ye saldıracaklarını bildirdiler. Diğer taraftan Müslümanlarla yapılacak bir savaşa hazırlık için büyük bir ticaret kervanını Şam'a gönderdiler.
Müslümanların bu tehlikelere karşı uyanık olması ve tedbir alması gerekiyordu. Kervanın hareketini önlemek amacıyla hicretin ikinci yılı Ramazan ayında Peygamber Efendimiz 305 kişilik bir ordu ile yola çıktı. Bunu duyan Mekkeli Müşrikler, 1000 kişilik bir ordu ile Medine üzerine yürüdüler. Bedir denilen yere gelince durdular ve buradaki suyu kontrolleri altına aldılar.
Müslümanlar Medine'den savaş için değil, Müşriklere ait ticaret kervanının hareketini önlemek için çıkmışlardı.
Mekke'den büyük bir düşman ordusunun gelmekte olduğu haber alındı. Bunun üzerine Peygamberimiz ashabı île istişare ettikten sonra düşmanla karşılaşmaya karar verdi.
Bedir'e gelen İslâm ordusu kumluk bir sahaya inmek zorunda kaldı. Burada su yoktu. Çünkü daha önce gelen müşrikler suyun bulunduğu yeri zaptetmişlerdi. Fakat Allah'ın yardımı yetişti. O gece bol yağmur yağdı. Müslümanlar su sıkıntısından kurtuldu.
Peygamberimiz, İslâm dini'ni güzel sözle ve irşad yoluyla yaymaya çalışmış, kimseyi zorlamamıştır. Ancak, Müşriklerin saldırılarına karşı Allah tarafından müslümanların savaşmasına izin verilmiştir.
BEDİR SAVAŞI VE SONUÇLARI (H.2/M.624)
Müşrikler, insan (asker) sayısı ve silah bakımından müslümanlardan çok üstün durumda idiler. Bu sebeple, savaşı kazanacaklarından emin görünüyorlar, müslümanların manevi gücünü hesaba katmıyorlardı. Burada Hak ile Batıl, İman ile Küfür çarpışacaktı. İslâm'ın geleceği de bu savaşın sonucuna bağlı idi.
Ertesi günün sabahında iki ordu karşı karşıya geldi ve savaş başladı. İşte o anda Peygamberimiz ellerini semaya kaldırarak; "Ya Rabbi! Bana va'dettiğin yardımı bugün ver" diye dua etti. Daha sonra secdeye kapanarak Yüce Allah'a şöyle yalvardı; "Ya Rabbi! Bu bir avuç müslüman bugün telef olursa, yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmayacak."
Allah Teâlâ Peygamberinin duasını kabul etti.
Müslümanlar, imanlarından aldıkları güçle kahramanca çarpıştılar ve Allah'ın yardımıyla kendilerinden kat kat üstün olan düşman ordusunu büyük bir bozguna uğrattılar. Düşmanlar savaş alanında 70 ölü, 70'de esir bırakarak kaçtılar. İslâm'ın en büyük düşmanı Ebû Cehil'de ölenler arasında idi. Böylece savaş müslümanlann kesin zaferi ile sonuçlanmış oldu. Bu savaşta müslümanlardan 14 kişi şehit olmuştur.
İslâm ordusu zafer sevinci ile Medine'ye döndü. Peygamber Efendimiz esirlere iyi davranılmasını emretti. Esirlerin bir kısmı fidye (Belirli bir miktar para) karşılığında serbest bırakıldı.
Bu miktar parayı bulamayan ve okuma-yazma bilen esirlerden her biri müslümanlardan on kişiye okuma-yazma öğrettikten sonra salıverildiler. Peygamberimizin bu davranışı, İslâm dini'nin okuma yazmaya ve bilgi sahibi olmaya ne kadar önem verdiğini göstermektedir.
UHUD SAVAŞININ SEBEPLERİ
Müşriklerin Bedir savaşında yenilgiye uğramaları Mekke'de büyük üzüntü meydana getirdi ve müşrikler matem tutmaya başladılar. Peygamberimize en çok düşmanlık yapanlardan Ebû Leheb bu üzüntünün tesiriyle öldü.
Müşrikler, Bedir'deki ağır yenilginin intikamını almak için 3000 kişilik bir ordu hazırladılar. Bedir savaşında yakınları öldürülen bir çok kadın da orduya katılmıştı. Ebû Süfyan komutasındaki bu ordu, ansızın Mekke'den hareket ederek, Medine'ye yakın bir mesafede bulunan Uhud dağında karargâhını kurdu.
Peygamberimizin amcası Abbas, o sırada henüz müslüman olmamıştı ve Mekke'de bulunuyordu. Müşriklerin Medine üzerine yürüdüğünü bir mektupla gizlice Peygamberimize bildirdi. (Peygamberimizi çok seven amcası Abbas daha sonra Müslüman olmuştur.)
UHUD SAVAŞI VE SONUÇLARI (H.3/M.625)
Mektupta bildirildiği gibi gerçekten düşman ordusunun Uhud dağına kadar gelip burada karargah kurduğu anlaşılmıştı. Bunun üzerine, Peygamberimiz Ashabı ile durumu görüştü ve 1000 kişilik bir kuvvetle düşman ordusunun bulunduğu Uhud dağına hareket ettiler. Yolda 300 münafık ordudan ayrılıp geri dönünce müslümanların sayısı 700 kişi kaldı.
Müslümanlar düşmanın bulunduğu yere varınca, arkalarını Uhud dağına vererek savaş düzenine girdiler. İslâm ordusunun sol tarafında bir vadi vardı. Buradan gelebilecek bir düşman saldırısını önlemek amacıyla Peygamberimiz buraya elli kişilik okçu birliği yerleştirmiş ve onlara şu emri vermişti: "Düşman ister yensin, ister yenilsin, benden emir almadıkça buradan asla ayrılmayınız. Düşman süvarileri gelince ok atınız."
Müslümanların kahramanca çarpışması karşısında düşman ordusu bozguna uğradı. Bu orduda bulunan kadınlar da dağlara doğru kaçışmaya başladılar. Ancak, savaş tam olarak kazanılmış değildi. Düşmanın takip edilerek kesin sonucun alınması gerekiyordu.
Ne var ki; Müslümanlar, savaşı kazandıklarını zannederek, düşmanların bıraktıkları ganimet mallarını toplamaya başladılar.
Bunları gören 50 kişilik okçu birliği de başlarındaki komutanlarını dinlemeyerek (bir kaç tanesi hariç) yerlerinden ayrıldılar. Halbuki, Peygamberimiz onlara; kendisinden emir almadıkça yerlerinden ayrılmamalarını tenbih etmişti.
Okçu birliğinin yerinden ayrılması müşriklerin işine yaradı. Derhal toparlanarak okçuların terkettiği vadiden hücuma geçtiler. Bu hücum karşısında müslümanlar çok zor durumda kaldılar. Müslümanların bu gafleti, kazanılmış olan zaferin elden gitmesine, Peygamberimizin amcası Hz. Hamza ile birlikte bir çok İslâm kahramanının şehit düşmesine sebep oldu. Peygamberimizin mübarek dişi kırıldı, yüzü yaralandı. Savaşın en şiddetli anında bile, Peygamberimiz, yüzündeki kanları silerken şöyle dua ediyordu; "Ya Rabbi, Milletimi bağışla... Onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar."
İşte Peygamberimizin kalbindeki merhamet ve insan sevgisi...
Uhud harbinde müslümanlar 70 şehit verdiler. Müşriklerden öldürülenlerin sayısı 22'dir. Savaş esnasında İslâm ordusundaki kadınlar büyük fedakârlık göstermişler, askerlere su dağıtıp, yaraları sararak hizmet etmişlerdir.
Peygamberimiz yıllar sonra Uhud savaşının yapıldığı yerden geçerken o acı günü hatırlayarak yanındakilere şöyle seslenmiştir: "Müslümanlar! Bundan sonra tekrar putlara tapmanıza imkân yoktur. Bundan zerre kadar endişe etmem. Korktuğum şey sizin dünyaya tapmanızdır."
Bu savaşta, müşrikler galip gelmekle bareber, bekledikleri sonucu elde edemeden Uhud'dan çekildiler. Yeniden toparlanan müslümanlar bir süre düşmanı takip ettiler. Düşman tekrar savaşmayı göze alamadı. Mekke'ye doğru yoluna devam etti. Müslümanlar da Medine'ye döndüler.
UHUD SAVAŞINDAN ALINACAK DERSLER
Savaşın başında müslümanlar zaferi kazanmış iken, daha sonra niçin yenilgiye uğradılar?
Bunda müslümanlar için alınacak önemli dersler vardır;
Büyüklerin sözünü dinlememek, kumandanlara itaatsizlik etmek, çok kutsal bir görev olan nöbeti bırakıp şahsi menfaat peşinde koşmak, bir ordunun savaşı kaybetmesine sebep olur ve bundan sadece bu hatayı işleyenler değil, bütün millet zarar görür.
Uhud savaşında böyle olmuştur. Vadiye yerleştirilen okçu birliğinin Peygamberimizin emrine itaat etmemesi ve nöbet yerini bırakıp ganimet toplamaya kalkması, İslâm ordusunun yenilgiye uğramasına ve müslümanların felakete düşmesine sebep olmuştur.
Bu tarihi olay müslümanlar için bir uyarıdır.
HENDEK SAVAŞININ SEBEPLERİ
Peygamberimiz, Medine'ye hicret ettikten sonra burada yaşayan Yahudilerle antlaşma yapmıştı. Kûba yakınında yaşayan Nadiroğulları Yahudileri, Uhud savaşından sonra Müslümanları rahatsız etmeye başladılar. Müslümanlarla yaptıkları antlaşmaları bozmaya yöneldiler. Bununla da kalmayıp Peygamberimizi öldürmek için suikast bile hazırladılar. Bunun üzerine Yahudiler yurtlarından çıkarılarak sürgün edildiler.
Yahudilerin ileri gelenleri bunu bahane ederek Mekke'ye gittiler ve Müşriklerle anlaştılar. Uhud savaşından iki yıl sonra müşrikler, Ebû Süfyan'ın kumandasında onbin kişilik bir ordu ile Medine üzerine yürüdüler. Durumu haber alan Peygamberimiz, her zaman olduğu gibi Ashabı ile bir durum değerlendirmesi yaparak, düşmana karşı değişik bir savaş taktiği uygulamak suretiyle Medine'yi korumaya karar verdi.
HENDEK SAVAŞI VE SONUÇLARI (H.5/M.626)
Müşriklerin büyük bir ordu ile Medine üzerine yürüdüğünü haber aldıktan sonra Peygamberimiz durumu Ashabı ile görüştü. Medine'yi içeriden savunmak ve düşmanın içeri girmesini engellemek için, şehrin etrafına hendek kazılmasına karar verildi. Başta Peygamberimiz olmak üzere Müslümanların sürekli çalışması sonucunda hendek altı günde kazıldı.
Düşman ordusu Medine önüne geldiği zaman hendeği görünce şaşırdı. Geçecek yer aradılar, fakat bulamadılar. Müslümanlar gece gündüz nöbet bekleyerek düşman hücumlarını önlediler. Peygamberimiz de bizzat sabahlara kadar nöbet beklerdi.
Düşman ordusunun kuşatması uzadıkça Medine'de darlık ve kıtlık baş gösterdi. Müslümanlar büyük sıkıntı çektiler. Mevsim kış olduğundan soğuktan ve açlıktan iyice bunaldılar.
Kuşatma başlayalı yirmi yedi gün olmuştu. Kuşatmanın son gününde Peygamberimiz Allah'a şöyle yalvardı:
"Allah'ım, Ey Kur'an gönderen Rabbim... Ey düşmanlarla hesabı tez gören Rabbim! Şu düşman topluluğunu kır... Onları hezimete uğrat... İradelerini sars Allah'ım..."
Peygamberimiz duasını bitirince, yüzünde sevinç belirtileri görüldü. Duası kabul edilmişti.
Müslümanlara Allah'ın yardım edeceğini müjdeliyordu.
Akşama doğru düşman tarafında çok şiddetli bir rüzgâr çıktı. Kısa sürede büyük bir fırtınaya dönüşen bu rüzgâr; kumu, toprağı düşmanın yüzüne, gözüne çarpıyor, çadırları söküp atıyordu. Yemek tencerelerini devirip, ateşleri söndürüyordu. Tabiat kuvvetleri âdeta düşmanla savaşıyordu. Bu durum, düşmanı fena halde korkuttu. Daha fazla dayanamadılar. Onbin kişilik ordu bozguna uğradı. O gece korku ve dehşet içinde bir çok yiyecek ve mal bırakarak kaçtılar.
Sabah olunca, fırtına dinmiş, Medine ve çevresinde düşman kalmamıştı. Müslümanlar kendilerini kurtaran Allah'a hamdettiler. Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında hiç bir sonuç alamayan Mekkeli müşrikler, İslâm'ın nurunu söndüremeyeceklerini anladılar ve bundan sonra bir daha müslümanlara saldırmadılar.
HUDEYBİYE ANTLAŞMASI (H.6/M.628)
Mekke'den göç ederek Medine'ye gelen Müslümanlar, doğup büyüdükleri yurtlarını özlemişlerdi. Mekke'deki kutsal Kabe'yi ziyaret etmek istiyorlardı. Hz. Peygamber hicretin altıncı yılında Kabe'yi ziyaret etmek üzere 1400 kişiyle birlikte Mekke'ye gitmek üzere yola çıktı. Mekkeliler durumu haber alınca Müslümanları Mekke'ye sokmamaya karar verdiler.
Bunun üzerine Müslümanlar, Hudeybiye denilen yerde durdular. Peygamberimiz, Hz. Osman'ı elçi olarak Mekke'ye gönderip, Kabe'yi ziyaret etmek istediklerini bildirdi. Mekkeliler Müslümanların Kabe'yi ziyaret etmesine izin vermediler ve bunu gelecek seneye bırakmalarını istediler. Uzun görüşmelerden sonra Müslümanlarla müşrikler arasında bir antlaşma yapıldı.
Bu antlaşmanın şartları şu şekilde belirlendi:
1- Müslümanlar, bu yıl Kabe'yi ziyaret etmeden Medine'ye geri dönecekler.
2- Gelecek yıl Mekke'ye gelebilecekler, fakat burada üç günden fazla kalmayacaklar.
3- Müslümanlar, Mekke'ye silahsız gelecekler.
4- Müslümanlar, Mekke'deki müslümanlardan hiç birini Medine'ye götüremeyecek, Medinelilerden Mekke'de kalmak isteyen olursa kalabilecek.
5- Mekkeli Müslümanlardan ve müşriklerden biri Medine'ye gidecek olursa geri çevrilecek, Müslümanlardan biri Kureyş tarafına geçerse o teslim edilmeyecek.
6- Arap kabileleri istedikleri tarafla birleşebilecek.
Antlaşmadan sonra Peygamberimiz ve beraberindeki Müslümanlar Kabe'yi ziyaret etmeden oradan geri dönüp, Medine'ye geldiler.
HUDEYBİYE ANTLAŞMASININ SONUÇLARI
Antlaşmanın şartları ilk bakışta Müslümanlar için çok ağır görünüyordu. Buna rağmen, Peygamberimiz bu şartları kabul etti. Çünkü bu antlaşmanın ileride Müslümanlar için çok faydalı olacağını biliyordu.
Gerçekten de böyle oldu. Medine'ye dönerken yolda "Fetih Sûresi" nazil oldu. Bu sûrede Yüce Allah, Müslümanlara büyük bir fetih ve zafer müjdeliyordu. Mekkeli müşrikler imzaladıkları bu antlaşma ile ilk defa Müslümanların varlığını tanımış oldular.
Aradan çok geçmeden Mekkelilerden bazı kişiler Müslüman olup, Medine'ye geldiler. Ancak, antlaşma gereğince müşrikler onların geri gönderilmesini istediler. Bundan sonra müslüman olup, Mekke'den kaçanlar, Medine'ye gidemediklerinden Mekke ile Medine arasında bir yerde toplanmaya başladılar. Burası Mekkelilerin ticaret kervanlarının geçtiği önemli bir yerdi.
Zamanla burada müslümanlar kuvvetli bir topluluk meydana getirdiler. Bu durum karşısında Mekkeliler ticaret yollarının tehlikeye düşmesinden korkmaya başladılar. Peygamberimize elçi göndererek, arzu eden Mekkeli Müslümanların Medine'ye gidebileceklerini bildirdiler ve antlaşmanın bu maddesinin değiştirilmesini istediler. Peygamberimiz, bu isteği kabul etti. Böylece başlangıçta müslümanlar için zararlı olan antlaşma maddesi müşriklerin isteği ile değiştirilmiş, ortadan kalkmış oldu.
Hudeybiye antlaşması ile Müslümanlarla müşrikler arasındaki gerginlik azaldı. Müşrikler tarafından gelebilecek tehlike ortadan kalkmış oldu. Müslümanlar huzura kavuştu, İslâm'ın sesi çevrede duyulmaya başladı. Mekke'deki önemli kişiler, Medine'ye gelip müslüman oldular. Bu antlaşma Müslümanların çoğalmasına ve kuvvetlenmesine sebep oldu. İslâm'ın her tarafta yayılmasını sağladı.
KOMŞU DEVLET BAŞKANLARINA GÖNDERİLEN İSLÂM'A DAVET MEKTUPLARI
Hz. Muhammed (s.a.s.) bütün insanlara Peygamber olarak gönderilmişti. Bu sebeple, Hudeybiye antlaşmasından sonra İslâm dini'ni dünyaya tebliğ etme görevine başladı. Bizans imparatoruna, İran, Mısır, Habeşistan, Umman ve Bahreyn Devlet Başkanlarına elçiler yolladı. İslâm'a davet mektupları gönderdi. Peygamberimiz gümüşten bir mühür yaptırmış, üzerine de "Muhammedü'r Resûlullah" cümlesini yazdırmıştı. Mektuplarının altını bununla mühürlüyordu.
Habeşistan Hükümdarı İslâm'a davet mektubunu alınca müslümanlığı kabul etti. Bizans imparatoru ile Mısır hükümdarı Peygamberimizin elçilerine iyi davrandılar, ancak müslümanlığı kabul etmediler. İran hükümdarı ise, Peygamberimizin mektubunu okuyunca çok saygısız davrandı ve büyük bir öfke ile mektubu yırtıp attı. Bu hükümdar, aradan çok geçmeden oğlu tarafından öldürülmüş ve Peygamberimize yaptığı saygısızlığın cezasını bulmuştur.
HAYBER'İN FETHİ (H.6/M.628)
Hayber, Suriye yolu üzerinde Yahudilerin oturduğu bir yerdi. Burada yedi kale vardı. Medine'den sürülen yahudilerin bir kısmı da burada ikâmet ediyordu. Hayber Yahudileri Medine'ye saldırmak için bir plân hazırlamışlardı. Peygamberimiz bunlara elçi göndererek anlaşma teklif etti. Yahudiler, Peygamberimizin teklifini kabul etmediler. Müslümanlara hücum etmek için Gatafan araplan ile anlaştılar. Onlar, saldırıya geçmeden, müslümanlar daha önce davranarak 1600 kişilik bir ordu ile yola çıktılar. Üç günde Hayber'e vardılar, Yahudiler müslümanları görünce kalelerine kapandılar.
Burada Peygamberimiz şöyle dua etti;
"Ya Rab! Biz senden bu ülkenin, bu ülke ahalisinin, bu ülkedeki her şeyin iyiliğini isteriz. Onun halkının ve içindeki herşeyin şerrinden sana sığınırız."
Önce Peygamberimiz anlaşma teklif etti. Fakat Yahudiler teklifi reddettiler. Bunun üzerine savaş başladı. 10 gün devam eden şiddetli çarpışma sonunda kaleler birer birer alındı. Hz. Ali bu savaşta çok büyük kahramanlıklar gösterdi. Bir ara kalkanı elinden fırlayıp düşünce orada bulunan bir kapıyı kalkan gibi kullanarak çarpışmaya devam etmişti. Savaşta müslümanlardan 10 kişi şehit oldu. Yahudilerden 93 kişi öldürüldü.
Bazı müslüman kadınlar da; örgü örerek kazandıkları ile askerlere yardım etmek, hastalara ilaç vermek, savaş alanında askere su dağıtmak üzere bu savaşa katılmışlardır.
Çaresiz kalan Yahudiler, barış istediler. Topraklarında kalarak çiftçilik yapmayı ve elde ettikleri ürünlerinin yarısını müslümanlara vermeyi teklif ettiler, istekleri kabul edildi. Peygamberimiz Yahudilere iyi davrandı. Buna rağmen, Yahudiler bir ziyafet vererek Peygamberimizi zebirlemeye kalkıştılar. Yemeğe zehir katıldığı Allah tarafından Peygamberimize bildirildi ve ağzına aldığı lokmayı dışarı atarak zehirlenmekten kurtuldu.
KÂBE ZİYARETİ (KAZA UMRESİ) (H.7/M.629)
Bir yıl önce yapılan Hudeybiye antlaşması gereği bu yıl Müslümanlar Mekke'ye giderek Kabe'yi ziyaret edeceklerdi. Peygamberimiz, 2000 Müslümanla birlikte Medine'den yola çıkarak Mekke'ye geldi. Kabe'yi görünce, hep bir ağızdan tekbir getirdiler. Usulüne uygun olarak Kabe'yi ziyaret ettiler ve ihramdan çıktılar. Ertesi gün Peygamberimiz Kabe'ye girdi. Öğle vakti gelince Bilal-i Habeşi tatlı ve gür sesiyle öğle ezanını okudu. İkibin müslüman cemaatle öğle namazını kıldılar.
Müslümanlar, Mekke'de üç gün kaldıktan sonra geri döndüler. Bu ziyaret sırasında Mekkeliler, Müslümanları dikkatle izlediler. Müslümanların temizliği, güzel ahlâkı onların üzerinde olumlu etkiler bıraktı. İslâm'a karşı içlerinde sevgi uyanmaya başladı. Kureyş'in ileri gelenlerinden Halid b. Velid ile Amr b. As Medine'ye giderek Müslüman oldular.
MEKKE'NİN FETHİ (H.8/M.630)
Mekkeliler Hudeybiye antlaşmasını bozdular. Peygamberimiz kendilerine haber göndererek antlaşma şartlarına uymalarını istedi. Mekke'liler antlaşma şartlarına uymamakta ısrar ettiler. Yapılan görüşmelerden de sonuç alınamayınca, Peygamberimiz (s.a.s.) Mekke'yi fethetmeye karar verdi ve 10.000 kişilik bir ordu hazırlayarak Hicret'in sekizinci yılı Ramazan ayında Mekke üzerine yürüdü.
Mekkelilerin müslümanlara karşı koyacak güçleri yoktu. İslâm ordusu dört koldan Mekke'ye girdi. Peygamber .Efendimiz Mekke'nin kan dökülmeden alınmasını istiyordu. Bunun için askerlere şöyle dedi:
"Kesinlikle kan dökmeyin, silahlı çatışmaya girmeyin."
Dediği gibi de oldu. Mekke kan dökülmeden fethedildi. Peygamberimiz Harem-i Şerife giderek Kabe'yi putlardan temizletti ve orada toplanan insanlara önemli bir hutbe irad etti. Peygamberimiz bu hutbesinde:
Allah'ın birliğini, insanların eşit olduğunu, geçmişteki kan davalarının kaldırıldığını anlattıktan sonra şu anlamdaki ayeti okudu:
"Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Tanışasınız diye sizi milletlere, kabilelere ayırdık. Sizin Allah katında en şerefliniz, O'ndan en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah bilir ve işitir." (Hucurât Suresi, 13)
Bu sözleri dinleyen Mekkeliler, vaktiyle Peygamberimizi öldürmeye kalkışmışlar, ilk müslümanlara dayanılmaz eziyetlerde bulunmuşlar, İslâm'ın nurunu söndürmek için ellerinden geleni yapmışlardı. Şimdi boyunlarını bükmüş, haklarında verilecek kararı bekliyorlardı.
Peygamberimiz (s.a.s.) kendilerine sordu:
- Ey Kureyş topluluğu! Hakkınızda ne yapacağımı sanıyorsunuz?
- Sen, asil ve şerefli bir kardeşsin, dediler. Peygamberimiz (s.a.s.) burada da büyüklüğünü gösterdi.
- "Bugün sizi kınamak yok, hepiniz serbestsiniz" buyurdu ve hepsini affetti.
Mekke'yi fetheden büyük Peygamber, engin merhameti ve bağışlayıcılığı ile de gönülleri fethetti. İnsanlığa en güzel ahlâk ve fazilet dersi verdi. Mekke'nin fethedildiği gün öğle ezanını, Hz. Bilâl-i Habeşi Kâbe'nin damına çıkarak okudu. Namaz kılındıktan sonra Peygamberimiz Safa tepesine çıktı. Yeni müslüman olanlar da orada toplandılar. Önce erkekler, sonra da kadınlar biat ettiler. (Yani Peygambere itaat edeceklerine söz verdiler.)
HUNEYN SAVAŞI (H.8/M.630)
Mekke'nin alınması ile Kabe putlardan temizlenmiş, müşriklerin çoğu müslüman olmuştu. İslâmın ışığı hızla dünyaya yayılıyordu.
Mekke yakınlarında oturan Havazin Kabilesi vardı. Bunlar putlara tapan kalabalık bir kabile idi. Mekke'deki putların kırılmasından sonra sıra kendi putlarına geldiğini düşünerek müslümanlarla savaşmaya karar verdiler. Müslümanlara saldırmak üzere Mekke ile Taif arasında Huneyn denilen yerde 20.000 kişilik bir ordu toplandı.
Peygamberimiz henüz Mekke'den Medine'ye dönmemişti. Düşmanın bu hazırlığını haber alınca 12.000 kişilik bir ordu toplayarak düşmanın bulunduğu Huneyn denilen yere hareket etti.
Düşman dar bir vadide pusu kurmuştu. Müslümanlar çokluklarına güvenerek düşmanı önemsemediler, gereken tedbirleri almadılar. Sabahın alacakaranlığında İslâm ordusu vadiden geçerken, pusuda bekleyen düşmanın şiddetli hücumuna uğradı. Müslüman ordusu bozuldu ve dağılmaya başladı. Bu durum İslâm'ın geleceği için çok tehlikeli, idi.
Düşman ordusunun şiddetli saldırılarına cesaretle karşı koyan ve savaş alanında dimdik ayakta duran tek bir kahraman kalmıştı. O da Hz. Muhammed (s.a.s.) idi.
Peygamberimiz (s.a.s.) dağılan müslümanları yanına çağırdı. O'nun sesini duyan İslâm ordusu yeniden toparlandı. Düşman üzerine saldırıya geçti. Bu amansız saldırı karşısında düşman ordusu neye uğradığını şaşırdı. Dağılıp kaçmaya başladı. Müslümanlar savaşın başında kısa bir zaman yenik düştükten sonra tekrar zafer kazandılar ve buna çok sevindiler. Düşman savaş alanında çok sayıda esir, binlerce deve, koyun ve çok miktarda gümüş bırakarak kaçtı.
Bu savaş, Peygamberimiz (s.a.s.)'in cesareti, azim ve sebatı sayesinde kazanılmıştır.
EVTAS SAVAŞI VE TAİF KUŞATMASI (H.8/M. 630)
Müslümanlar Hûneyn'den kaçan düşmanı Evtas denilen yere kadar kovaladılar. Orada yeniden toparlanmakta olan düşmanı yakalayıp, yere serdiler ve kesin bir galibiyet elde ettiler. Düşman bundan sonra bir daha toparlanamadı. Bu savaşta Müslümanlardan 4 kişi şehit oldu. Düşmandan 70 kişi öldürüldü.
Taif Kuşatması
Huneyn savaşında müşriklerin başı olan Malik b. Avf kaçarak Taif kalesine sığınmıştı. Bunun üzerine İslâm ordusu Taif kalesini kuşattı. Taifliler, kalelerine kapanarak kendilerini savundular. Kuşatma bir ay kadar sürdü fakat kale sağlam olduğu için alınamadı. Müslümanlar da kuşatmayı kaldırarak geri döndüler. Taifliler daha sonra puta tapmaktan vazgeçerek müslümanlığı kabul ettiler.
Peygamberimiz, yeni müslüman olan Mekkelilere Kur'an-ı Kerimi ve İslâm dini'ni öğretmek için Muaz b. Cebel'i Mekke'de bırakarak ashabı ile birlikte Medine'ye döndüler. ,
TEBÜK SEFERİ (H.9/M.630)
Tebük Medine ile Şam arasında bir yerdir. Mekke fethedildikten sonra İslâm dîni hızlı bir şekilde yayılmaya başladı.
Bizans imparatorluğu İslâm'ın yayılmasını önlemek için savaş hazırlığına başladı. Hristiyan olan araplar da onunla birlik oldular.
Bunu haber alan müslümanlar gönüllü asker toplamaya başladılar. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Osman ordunun donatımı için büyük yardımda bulundular. Kadınlar da süs eşyalarını bağışlayarak bu hizmete katıldılar. Düşman kuvvetlerini dağıtmak üzere Peygamberimiz 30.000 kişilik bir ordu ile Medine'den yola çıktı. Yazın sıcağında yüzlerce kilometrelik çölü aşarak Tebük'e geldiler. Düşman, savaşmaktan kaçındı ve kalelerine kapandı. Müslümanların karşısına çıkan olmayınca savaş yapmaya gerek kalmadı ve İslâm ordusu geri döndü. Böylece düşman sindirilmiş ve seferden beklenen sonuç elde edilmiş oldu.
PEYGAMBERİMİZİN SAVAŞLARININ ÖZELLİKLERİ
Peygamberimiz insanları güzel sözlerle İslâm'a davet etmiş ve hiç kimseye kaba ve kırıcı davranmamıştır. Buna karşılık müşrikler, Peygamberimize ve O'na inananlara her türlü kötülüğü yapmışlardır. Dini inançlarından dolayı bir çok müslümana dayanılmaz derecede eziyet edilmiş, bazıları da insafsızca öldürülmüştür.
Müslümanlar, kendilerine yapılan bu insanlık dışı muamelelere tam on üç yıl sabretmiştir. Sonunda, doğup büyüdükleri vatanlarını bırakarak Medine'ye göç etmek zorunda kalmışlardır. Ancak, Medine'de de müslümanları rahat bırakmadılar. Bu durum karşısında müslümanların kendilerini korumak için savaşmaktan başka çareleri kalmamıştı. Bunun üzerine, hicretin ikinci yılında savaşa izin verildiğini bildiren ayetler nazil oldu. Bu ayetlerin anlamı şöyledir;
"Kendileriyle harbedilenlere, zulme uğradıkları için savaşa izin verilmiştir. Şüphesiz ki Allah, onlara yardım etmeye kadirdir." (Hac Suresi, 39)
"Sizinle harbedenlerle, Allah yolunda siz de savaşınız ve aşırı gitmeyiniz, Allah, aşırı gidip, tecavüz edenleri sevmez." (Bakara Suresi, 190)
Gerek bu ayetlere, gerekse Peygamberimizin yaptığı savaşlara bakınca şu özellikleri görürüz:
1-Peygamberimizin savaşları saldırı amacına yönelik değildir. Çünkü İslâm, barış dinidir.
2-Bu savaşlar, düşman saldırılarını önlemek, Allah'ın adını yüceltmek, müslümanların dinlerini, canlarını ve mallarını korumak için yapılan savunma savaşlarıdır. Çünkü haksızlığa ve tecavüze uğrayan insanlar, kendilerini savunma hakkına sahiptirler.
HZ. EBÛ BEKİR'İN HAC EMİRLİĞİ (H.9/M.631)
Hicretin 9. yılı Hac mevsimi gelince, Peygamberimiz (s.a.s.) hacca gitmek için toplanan 300 kişi ile Hz. Ebû Bekir'i Hac emiri olarak Mekke'ye gönderdi. Arkasından da Hz. Ali'yi yolladı.
Hz. Ali, Hac vazifelerinin nasıl yapılacağını açıklayarak şunları tebliğ etti;
"Bundan sonra puta tapanların Hac etmesi ve Kabe'nin çıplak olarak tavaf edilmesi yasaklanmıştır."
İslâm tarihinde ilk defa bu yıl, dini esaslara uygun olarak Hac vazifesi yerine getirilmiştir.
VEDA HACCI (H.10/M.632)
Mekke fethedildikten sonra İslâm dini hızla yayıldı. Allah'ın birliği inancı iyice kalplere yerleşti. Kurtuluşun İslâm'da olduğunu gören insanlar, kendiliklerinden gruplar halinde gelip müslüman olmaya başladılar. 23 yıllık şerefli bir mücadelenin hayırlı sonucunu gören Peygamberimiz (s.a.s.), hicretin onuncu yılında yüzbinden fazla müslümanla birlikte Hacca gitti.
Peygamberimiz (s.a.s.), Arafat'ta yaklaşık 124 bin müslümana hitaben meşhur hutbesini okudu. Buna "Veda Hutbesi" denir. Bu hutbeden sonra şu anlamdaki ayet-i kerime nazil oldu;
"Bugün sizin dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Ve size Din olarak İslâm'ı seçtim." (Mâide Sûresi, 3)
Peyğameber Efendimiz, ahiret yolculuğunun yaklaştığını ve bundan sonra Hac edemeyeceğini anladığı için burada müslümanlara veda etti. Bu sebeple, Peygamberimizin bu haccına "Veda Haccı" denilmiştir.
Peygamberimiz, Hac vazifesini tamamladıktan sonra beraberindeki Müslümanlarla birlikte Medine'ye döndü.
VEDA HUTBESİ
Bu hutbede, eşitlik ilkeleri bildirilmiş, gerçek anlamda huzur ve mutluluğun temelleri atılmıştır. O zaman, sesi uzaklara ulaştıracak hoparlör gibi bir alet olmadığından, Peygamberimizin söylediği her cümle, bir başkası tarafından yüksek sesle tekrar ediliyor, bütün cemaate anında duyuruluyordu. Bu hutbe, insan hakları evrensel beyannamesinden çok önce, insan haklarını koruyucu önemli hükümler getirmiştir.
Veda hutbesinde yer alan bu hükümler şunlardır:
1- İslâmiyetten önceki bütün cahiliyet gelenekleri kaldırılmıştır.
2- Bütün insanlar eşittir. Bir insanın diğerinden üstün olması; Allah'a saygı iledir.
3- Can, mal ve namus kutsaldır, her türlü tecavüzden korunmuştur.
4- Emanetler sahiplerine verilmelidir.
5- Faizin her türlüsü haramdır.
6- Kan davaları kaldırılmıştır.
7- Erkekler, kadınların haklarını gözetecekler, kadınlar da erkeklerin haklarına riayet edeceklerdir. Hem kadın, hem de erkek zinadan kaçınacaktır.
8- Bütün müslümanlar kardeştir. Din kardeşinin hakkına tecavüz etmek haramdır.
9- Hizmetçilere iyi davranılacaktır.
(Peygamberimizin (s.a.s.) Tarihi Veda Hutbesinden Bölümler:)
EY İNSANLAR!
Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha birleşemeyeceğim:
İNSANLAR! Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.
ASHABIM! Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız. Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmiş olur.
ASHABIM! Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lakin borcunuzun aslını vermek gerekir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahiliyetten kalan bu çirkin adetin her türlüsü ayağımın altındadır.
ASHABIM! Cahiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır.
İNSANLAR! Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hakimiyetini kurmak gücünü ebedi surette kaybetmiştir. Fakat siz; bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız.
İNSANLAR! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Tanrı emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız, onların aile yuvasını,
sizin hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir.
MÜ'MINLER! Size bir emanet bırakıyorum ki ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet Allah kitabı Kur'an'dır.
MÜ'MINLER! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz. Müslüman müslümanın kardeşidir, böylece bütün müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz başkasına helâl değildir. Meğerki gönül hoşluğu ile kendisi vermiş olsun.
ASHABIM! Kendinize de zulmetmeyiniz. Kendinizin de üzerinizde hakkı vardır.
İNSANLAR! Cenab-ı Hak, her hak sahibine hakkını (Kur'an'da) vermiştir. Varise vasiyet etmeye lüzum yoktur.
İNSANLAR! Rabbiniz birdir. Babanız birdir; hepiniz Adem'in çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O'na en çok saygı göstereninizdir. Arabın arap olmayana Allah saygısı ölçüsünden başka bir üstünlüğü yoktur. ÎNSANLAR, Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?
"-Allah'ın elçiliğini ifa ettin, vazifeni yerine getirdin, bize vasiyet ve öğütte bulundun, diye şehadet ederiz-" (Bunun üzerine Resul-i Ekrem mübarek şahadet parmağını göğe doğru kaldırarak, sonra da cemaat üzerine çevirip indirerek şöyle buyurdu:)
Şahid ol yâ Rab. Şahid ol yâ Rab. Şahid ol yâ Rab.
PEYGAMBERİMİZİN HASTALANMASI VE VEFATI (H.10/M.632)
Peygamberimiz, Veda Haccını yapıp Medine'ye döndü ve bir süre sonra hastalandı. O, görevinin sona erdiğini ve bu dünyadan göçme zamanının geldiğini anlamıştı. Hastalığı günden güne artıyordu. Hasta iken de ezan okununca Mescide gidip namazları kıldırıyordu. Fakat ölümüne üç gün kala hastalığı ağırlaştı. Mescide çıkamadı. Hz. Ebû Bekir'in cemaate imamlık yapmasını ve namazları kıldırmasını emretti.
Kızı Hz. Fatıma her gün babasını ziyaret ediyordu. Ölüm döşeğinde kızına şu nasihatta bulundu:
"Ey Peygamberin kızı Fatıma, Seni ahiret gününün sorumluluğundan kurtaracak hayırlı işler yapmaya bak. Peygamber kızı olmak sana bir şey kazandırmaz. Ben seni o günün dehşetinden kurtaramam."
Hastalığının ilerlediği bir gün de ashabına şunları söyledi: "Sizler yine bana kavuşacaksınız. Buluşacağımız yer, Kevser havuzunun kenarıdır. Her kim orada benimle buluşmak isterse, elini ve dilini lüzumsuz iş ve sözden korusun. Bu dünyadan göçme zamanımın geldiği bana haber verildi. Allah'ıma kavuşacağıma sevmiyorum. Ümmetimden ayrılacağım için de üzgünüm. Ben haberimi aldım. Allah'a gidiyorum."
Ölümünden iki gün önce ashabtan bazılarının yardımıyla Mescid'e geldi. Yavaş yavaş minbere çıktı. Yüzünü cemaate çevirerek şöyle dedi;
"-Ey Müslümanlar! Şayet birinize karşı kötülük yapmışsam, onun karşılığını kabule hazırım.
- Kime vurduysam, işte arkam gelsin vursun.
- Kimin bende alacağı varsa, işte malım, gelsin hakkını alsın."
8 Haziran Pazartesi sabahı Peygamberimizin hastalığı biraz hafifleyince Mescide gitti. Oturduğu yerde Hz. Ebû Bekir'e uyarak sabah namazını cemaatle kıldı. Mescid'den evine dönünce hastalığı arttı. O gün kuşluk vakti olunca; "Ya Rab! Ölüm şiddetine karşı bana kolaylık ver. Canımı tatlılıkla al" diye dua etti. Yanında bir kapta soğuk su vardı. Elini suya batırıp, bununla mübarek yüzünü serinletiyordu.
Nihayet öğle üzeri elini kaldırdı. Şehadet parmağını yukarı doğru dikti; "Refikr-i Alaya-Yüce Dosta" dedi. Son sözü bu oldu.
Allah elçisi 63 yaşında mübarek ruhunu mevlasına teslim etti. (12 Rebiu'levvel Pazartesi, H. 10-M.8 Haziran 632)
Peygamberimiz (s.a,s.) vefat ettiği yerde defnedildi. Medine'de O'nun kabrinin bulunduğu yere "Ravza-i Mutahhare" denilmektedir. Sevgili Peygamberimizin (s.a.s.) 23 yıllık Peygamberlik hayatının 13 yılı Mekke'de, 10 yılı da Medine'de geçmiştir. O, insanlığın mutluluğu için çalıştı. Son Peygamber olarak görevini hakkıyla yerine getirdi ve bu dünyadan göçtü.
PEYGAMBERİMİZİN VEFATINDAN SONRAKİ OLAYLAR
Peygamberimizin ölümü müslümanlar arasında derin bir üzüntü meydana getirdi. Medine-i Münevvere mateme büründü. Ashab'tan bazıları O'nun ölümüne inanmak istemediler. O sırada Hz. Ebû Bekir geldi. Peygamberimizin yüzünü açıp öptü ve ağladı. Sonra kısa bir konuşma yaparak Ashabı teskin etti.
Aynı gün yapılan uzun görüşmelerden sonra Hz. Ebû Bekir 1. Halife seçildi. Ertesi Salı günü müslümanlar mescidde toplanarak Hz. Ebû Bekir'e biat ettiler.
Peygamberimiz (s.a.s.) ölümünden bir gün sonra, yani Salı günü, vefat ettiği yerde defnedildi.
Peygamberimiz (s.a.s.) hastalandığı zaman yanında yedi dirhem parası vardı. Bu parayı sadaka olarak fakirlere dağıttırmıştı. Vefat ettiğinde parası yoktu, geriye para olarak bir şey miras bırakmadı.
O'nun bıraktığı en büyük miras; dünyayı karanlıklardan çıkarıp aydınlığa kavuşturan İslâm'ın nuru ve insanları gerçek huzur ve mutluluğa kavuşturan ahlâk ve fazilet ilkeleridir.
Ne mutlu Kur'an-ı Kerimin gösterdiği ve Peygamberimizin çizdiği nurlu yoldan gidenlere...
PEYGAMBERİMİZİN ÇOCUKLARI
Peygamberimizin yedi çocuğu dünyaya gelmiştir. Bunların üçü erkek, dördü kızdır.
Erkek çocukları; Kasım, Abdullah ve İbrahim'dir.
Kız Çocukları; Zeynep, Rukiye, Ümmügülsüm ve Fatıma'dır.
Bunların altısı Hz. Hatice'den, oğlu İbrahim, Mariye'den doğmuştur.
Kasım ile Abdullah Peygamberlik gelmeden küçük yaşta öldüler. Peygamberimiz (s.a.s.) çocuklarının ölümüne çok üzülmüştü. Peygamberimizin bir künyesi de "Ebû'l-Kasım"dır. Yani Kasım'ın babası. Peygamberimiz (s.a.s.) bu künyeden çok hoşlanırdı. Bunda küçük yaşta kaybettiği oğlunun ismi geçtiğinden teselli bulurdu.
Diğer oğlu İbrahim ise, hicretten sonra Medine'de doğdu. O'da küçük yaşta vefat etmiştir. Oğlunun ölümü üzerine Peygamberimiz gözyaşı dökerek şunları söyledi;
"Göz yaşarır, kalp üzülür. Allah'ın rızasına uygun olandan başka bir söz söyleyemeyiz. Ey İbrahim, seni kaybetmenin derin üzüntüsü içindeyiz."
İbrahim'in öldüğü gün güneş tutulmuştu. Bazı kimseler; "İbrahim'in ölümü için güneş tutuldu" dediler. Peygamberimiz bu düşüncenin yanlış olduğunu bildirerek şöyle buyurdu;
"Şüphesiz güneş ve ay, Allah'ın ayetlerinden iki nişandır. Bunlar hiç kimsenin ölümünden ya da hayatından dolayı tutulmazlar."
Peygamberimizin kızlarının hepsi büyümüş ve evlenmişlerdir. Hz. Fatıma'dan başka üç kızı Peygamberimizden önce vefat etmiştir. Küçük kızı Fatıma, Hz. Ali ile evlenmiştir. Peygamberimizin soyu onun neslinden devam etmiştir.
AŞERE-İ MÜBEŞŞERE
Peygamberimiz (s.a.s.) ashabından on kişinin cennete gireceklerini müjdelemiştir. Bunlara "Aşere-i Mübeşşere" denir. Anlamı; Cennetle müjdelenen on kişi demektir.
İsimleri Şunlardır;
1- Hz. Ebû Bekir 2- Hz. Ömer 3- Hz. Osman 4- Hz. Ali 5- Talha 6- Zübeyr 7- Abdurrahman b. Avf 8- Sa'd b. Ebi Vakkas 9- Said b. Zeyd 10- Ebû Ubeyde b. Cerrah.
PEYGAMBERİMİZİN ASHABI
Peygamber Efendimizi gören ve müslüman olarak ölen kimselere "Ashab" denir.
Ashab, iki kısımdır;
1. Muhacirler: Müşriklerin eziyetlerinden kurtulmak ve dini vazifelerini korkusuzca yerine getirmek amacıyla Mekke'den Medine'ye göç eden müslümanlara "Muhacir" denir.
2. Ensar: Mekke'den gelen Müslümanlara her türlü yardımı yapan o zamanın Medine halkına "Ensar" denir.
Muhacirlere yardımcı olduklarından dolayı kendilerine "Ensar" adı verilmiştir.
HZ. MUHAMMED (s.a.s.)'İN İNSANLIĞA IŞIK TUTAN YÜKSEK AHLÂKI
Allah'ın en sevgili kulu, son ve en büyük Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) bir saadet güneşi olarak doğdu. Kurumuş topraklar su ile canlandığı gibi Yüce Allah, Peygamberimiz ile dünyaya yeniden hayat verdi.
O'nun kalplere yerleştirdiği iman ışığı sayesinde yanlış inançlar silindi, cehaletin yerine ilim, zulmün yerine hak ve adalet, kin ve düşmanlığın yerine insan sevgisi geldi. Gerçek anlamda İslâm kardeşliği kuruldu. Kadın, ailede ve toplumda layık olduğu değere kavuştu.
Sevgili Peygamberimiz insanlara, dünyada ve ahirette mutlu olmanın yollarını gösterdi. Öğrettiği ahlâk ilkelerini önce kendisi yaparak en güzel örnek oldu.
Peygamberimizin kalbi insan sevgisi ile dolu idi. O kadar merhametli idi ki elindekini yoksullara verip kendisi aç kaldığı bile olurdu. Sadece insanlara değil hayvanlara karşı da şefkat ve merhamet gösterirdi. Susayan bir kediye kendi eli ile su içirmiş, hayvanlara iyi davranılmasını emretmiştir.
Peygamberimiz çocukları çok sever, onları kucağına alıp okşardı.
Bir adam, Peygamberimizin bir çocuğu sevip öptüğünü görünce: "Benim on çocuğum var. Onların hiç birini öpmüş değilim" dedi.
Peygamberimiz ona; "Merhamet etmeyene merhamet olunmaz" buyurdu.
Namaz kılarken bile oynamak için omuzlarına çıkan sevgili torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in bu davranışlarını hoşgörü ile karşılamış oyunlarını tamamlamalarını beklemişti.
O, son derece alçak gönüllü idi. Zengin, fakir ayırımı yapmaz, bir hizmetçi bile davet etse giderdi. Yoksul ve fakir kimselerle birlikte oturup yemek yer, en fakir insanların evlerine giderek hal ve hatırlarını sorardı.
Hastaları ziyaret eder, iyileşmeleri için dua ederdi. Bir meclise gittiği zaman boş bulduğu yere oturur, ayaklarını başkalarına karşı uzatmazdı.
Adamın biri Peygamberimizi ziyarete gelmiş, huzuruna girince heyecandan titremeye başlamıştı. Bunun üzerine Peygamberimiz ona şöyle dedi: "Arkadaş titreme! Ben bir hükümdar değilim. Kureyş'ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum."
Elbisesini kendi eliyle yamar, ayakkabısını onarır, çarşıya giderek ihtiyaç duyduğu şeyleri satın alarak eve kendisi getirir, kimseye yük olmazdı.
Sevgili Peygamberimiz örnek bir aile reisi idi. Kadınlara son derece nazik davranır, ev işlerinde onlara yardım ederdi. O, şöyle buyurmuştur:
"Sizin en hayırlınız kadınlarına karşı iyi davranandır."
Peygamberimiz, misafiri çok sever, onlara bizzat kendisi hizmet ederdi. Müslüman olmayanlardan kendisini ziyarete gelenlere de aynı şekilde davranırdı.
O, hiç kimseye kötü söz söylememiş, kırıcı bir davranışta bulunmamış ve ömründe kimseyi azarlamamıştı.
On yıl Peygamberimizin hizmetinde bulunan Enes diyor ki; "Peygamberimiz bana hiçbir gün "of bile demedi. Yaptığım bir şey için, bunu neye yaptın; yapmadığım bir iş için de neye yapmadın, diye azarlamadı."
Peygamberimiz, güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Başkaları konuşurken onları dinler, sözlerini kesmezdi. Gördüğü kusurları kimsenin yüzüne vurmazdı.
Peygamberimizin yaşayışı sade ve temiz idi. Bedenini daima temiz tutar, elbiselerinin temiz olmasına çok dikkat ederdi. Dişlerini temizlemek için misvak kullanırdı. Pislikten hiç hoşlanmazdı. Ashabına, camiye temiz gelmelerini söylerdi.
Bir defasında üstü başı pis olarak Camiye gelenlere: "Yıkandıktan sonra gelmiş olsanız daha iyi olurdu" buyurmuştur.
Peygamber Efendimiz, doğru sözlü idi. Verdiği sözden asla dönmez, yalancıları hiç sevmezdi. Doğruluğu ve güvenilir kişiliğinden dolayı kendisine, "Muhammedü'l Emin"yani "Güvenilir Muhammed" denilmişti.
O, insanların en cömerdi idi, Kendinden bir şey isteyen hiç kimseyi boş çevirmez, "Ben ancak bir dağıtıcıyım, veren Allah'tır" derdi. Bununla beraber dilenciliği sevmez, bundan kurtulmaları için dilenenlere çalışıp kazanmanın yollarını gösterirdi.
O, kimseden intikam almaz, bağışlamayı severdi. Kendisine fenalık edenlere bile iyilik ederdi. Kendisine yapılan iyilikleri hiç unutmaz, iyilik yapanları her zaman iyilikle anardı. Yaşlılara saygılı davranır, küçüklere sevgi ve şefkat gösterirdi. Süt kardeşlerini gördüğü zaman ayağa kalkar, hırkasını yere yayarak onları oturttururdu.
Peygamberimiz, tembelliği ve boş oturmayı sevmezdi. Mescidin yapılmasında taş taşımış, bir işçi gibi çalışmıştı. Ashab-ı Kiram, onun istirahat etmesini istemişse de, o yine çalışmaya devam etmişti.
Ashabı ile yaptığı bir yolculuk sırasında dinlenmek üzere bir yerde konakladılar ve yemek hazırlamak için aralarında iş bölümü yaptılar.
Peygamberimiz; "Öyle ise ben de yakacak toplayayım" demiş, arkadaşları çalışırken kendisi boş durmak istememişti.
Sevgili Peygamberimiz, maddi imkânlara sahip olduğu durumlarda da sade bir hayat yaşamış, elinde ne varsa yoksullara dağıtmıştır. Böylece toplumda sosyal adaleti sadece sözle değil, davranışları ile de göstermiş
ve insanlığa örnek olmuştur.
Ne mutlu onun yolundan gidenlere.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder